Deniz Baran

Geçmişte Anayasa Mahkemesinde raportörlük yapan ve hâlihazırda Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Hukuk Fakültesinde öğretim üyesi olan Yrd. Doç. Emir Kaya’nın ismi geçtiğimiz haftalarda, bir hukuk mezunu ve öğrencisi olarak, içinde bulunduğum hukuk gruplarına (yani hukuka dair çalışmalar, okumalar, paylaşımlar yapan halkalar diyelim) bomba gibi düştü. Bunun sebebi, Adalet Yayınevinden çıkan “Hukuk Zihniyeti”[1] isimli kitabıydı. O kitaba kaynaklık eden çarpıcı bir anket çalışması yapmıştı ve adından anlaşılabileceği üzere o çalışma, Türkiye’deki “hukuk zihniyetini” masaya yatırıyordu. Esasında daha spesifik ve daha mühim şekilde, Türkiye’nin hukukçularındaki hukuk zihniyeti mercek altına alınıyordu.

Nitekim bizlerin dikkati Kaya’nın kitabına –ve daha sonradan bizlere ulaşan anket çalışmasının kendisine- toplanmışken, o da kaleme aldığı konuyu Al Jazeera Türk’e verdiği mülakatta özetledi.

Emir Kaya Hoca’nın mülakatta verdiği cevapların özgünlüğü, netliği ve –bana kalırsa- çarpıcılığı, kitabının muhtevasına dair yeterli sinyalleri veriyordu. Dolayısıyla, kitabı henüz okumamış olan varsa okumasını şiddetle tavsiye ederim.

Hukuk Zihniyeti kitabına kaynaklık eden anket çalışmasının sonuçlarını doğrudan inceleme fırsatı bulduktan sonra her bir istatistiği ayrıca kıymetli ve öğretici olan bu çalışmanın bir kısmını yazıya/yoruma dökme ihtiyacı hissettim. Zira anketin içeriğinin dikkat çekiciliği kadar, Şubat-Mart 2016 arasında yapılmış olması; yani güncelliği de mühimdi. Ayrıca anket muhataplarının kategorik dağılımı oldukça başarılıydı ve birçok çıkarım yapabilecek bir zemini oluşturuyordu.

Velhasıl, anket çalışmasının genç muhataplarından oluşan kategorisine yani hukuk öğrencilerine dair sonuçlarını ele alan kısa bir yorum yazısıyla hem Emir Kaya Hoca’nın eseri etrafında şekillenen tartışma/yorum silsilesine dâhil olmayı hem de taze bir hukuk lisans mezunu ve yüksek lisans öğrencisi olarak bana en yakın durumda olan kategorinin hukuk sistemimize dair mevcut algısındaki çarpıcı noktaların altını çizmeyi hedefliyorum. Ancak bundan çok daha kapsamlı ve derinlikli bir portre çizen kitabın asıl adres olduğunu da hatırlatıyorum.

HUKUK ÖĞRENCİLERİNİN NEREDEYSE TAMAMI LİYAKATTEN ÜMİDİNİ KESMİŞ

Anket çalışmasının sonuçlarına göz attığımızda çarpıcı ve hazin birçok veriye ulaşabiliyoruz. Fakat –yazının da konusu olan- hukuk öğrencileri itibariyle baktığımızda, yüzde 87’sinin iş bulma hususunda liyakatin kıstas alınmayacağına inandığını görüyoruz. Öğrencilerin yüzde 76’sının, işe alımda güçlü bağlantıları yeterli gördüğünü anladığımız diğer bir sonuç ise zihinlerde liyakatin yerine neyin ikâme edildiğini gösteriyor.  

Bu iki verinin doğal bir neticesi olarak da hukuk öğrencilerinin sadece yüzde 39’u işe alımda adil olunduğuna inanıyor. “Yine de iyiymiş bu oran” diyorsanız, mevzubahis oranın özel sektördeki işe alımlara dair olduğunu not edeyim. Mesele kamuda işe girmeye gelince bu inanç yüzde 27’ye düşüyor.

Anket çalışmasının bütününe baktığımızda bu sonuçlar hiç şaşırtıcı değil aslında. Nihayetinde bir ülkenin gençleri, ne kadar idealist olurlarsa olsunlar, toplumun tamamındaki eğilimlerden bağımsız bir duygu ve düşünce dünyasına sahip olamıyorlar. Akademisyen, hâkim, savcı, avukat ve diğer kamu görevlilerinden oluşan diğer anket muhataplarını da hesaba kattığımızda “adama göre muamelenin” varlığına dair inanç yüzde 85 ise, ayrımcılığın mevcudiyetine olan inanç yüzde 81 ise, hatta ankete katılanların yüzde 67’si kurala uymayanın kârlı çıktığını düşünüyorsa yarının hukukçuları olan gençlerin nasıl bir gelecek tasavvuru ortaya koymaları beklenebilir?

Hukuk sisteminin bizzat kendi aktörlerinin sadece yüzde 35’i sistemin adalet ürettiğine, yüzde 34’ü kanunların toplum vicdanını tatmin ettiğine inanıyorsa şayet, köklü bir hukuk paradigması sorgusu yapmadan ne kadar yol alınabilir? “Statükonun takıntılarından” neşet eden çarkların “hukukçu zihinleri” ezmesi durumu apaçık vakamız değil midir?  

Statüko derken neyi kastettiğim merak edilirse eğer, ona da yine Emir Kaya Hoca’nın çalışmasından cevap verebilirim: Araştırmaya katılanların sadece yüzde 12’si, hukuk politikalarının adaletin tesisini ve özgürlükleri korumayı amaçladığını söylüyorken devletin güçlü ve devamlı olmasını amaçladığını düşünenlerin oranı nedir biliyor musunuz? yüzde 48.

Toplumu dönüştürmeyi amaçladığını düşünenlerin oranı ise: yüzde 12. Yani adaletin tesisi ve özgürlükleri koruma şıklarının bir araya gelip zar zor ulaştığı oran…

Evet, hukuk paradigmamızda radikal bir değişim fikri korkuya mahal verebilir. Kestirmeden söylemek gerekirse, bu toplum, laiklik kavramı etrafında ortaya çıkan girdaptan henüz sağ salim çıkabilmiş değil. Ama bu yazı bir politika yazısı değil ve fakat bir tespit yazısıysa şu gerçeği tüm çıplaklığıyla ortaya sermek gerekiyor: Hukuk sisteminin öğrencisinden hâkim-savcısına, akademisyeninden avukatına ve kamu görevlisine kadar tüm aktörlerinin sadece yüzde 38’i toplumumuz ile hukuk sistemimizi uyumlu buluyor. Halkın diğer kesimlerine gitsek bu oran daha da artacaktır sanıyorum… Yine katılımcıların ezici çoğunluğu kanunlar vicdana tabi olmalı diyor. Peki, konumuza dönersek, bir hukuk öğrencisinin bu çelişkiden paçasını sıyırması ne kadar mümkündür?

Ayrıca toplumsal güven hissinin yüzde 38, kamu kurum ve görevlilerine güvenin yüzde 40, hukuktan memnuniyetin yüzde 33 bandında seyrettiği bir ortamda hukuk öğrencilerinin nasıl bir ilkesellik inşa edeceği büyük bir soru işaretidir. Gerçi katılımcıların sadece yüzde 8’inin, Türkiye’de hukuku ortak ilke arayışının şekillendirdiğini düşündüğünü göz önünde tutarsak, ilkesellik meselesi çok önemli bir gündem olmaktan çıkmalıdır(!) belki…

HUKUK MÜFREDATI HUKUK ÜRETİYOR MU?

Öncelikle kendi kanaatim olarak şöyle bir şeyi not düşmeliyim: Hukuk eğitiminin kalitesizliğini sadece hukuk fakültelerinin kalabalığına, fiziksel imkânsızlıklarına ya da türlü türlü sebeplere bağlamak kaçamak bir cevaptır. Türkiye’de eğitim sisteminin her köşesine sirayet etmiş olan vizyonsuzluğun ve niteliksizliğin hukuk fakültelerini de pas geçmemiş olmasıdır esas problem. Basit zihniyet ve tutum değişimleriyle değişebilecek o kadar fazla şey var ki…

Bunların neler olduğuna dair ipuçlarını yine anket çalışmasında rahatlıkla görebiliyoruz:

Derslerde işlenen içeriğin insani yönlere temas etme oranı sadece ve sadece yüzde 3 olarak görülüyor. Teknik bilgi ise yüzde 76. Hem de hukuk öğrencilerinin yüzde 66’sı, hukuk eğitiminin önceliği “adalet anlayışını geliştirmek olsun” derken.

Manzara o ki, hukuk fakülteleri bilinçli öğrencilerini itinayla birer icramatiğe dönüştürüyor…

Her ne kadar anketin hukuk öğrencisi olan muhataplarından çıkan sonuçlara odaklanmış olsak da bir diğer grup olan hukuk akademisyenlerine dair bazı sonuçları da öğrencilerle ilişkilendirerek değerlendirmemiz gerekiyor. Zira hukuk öğrencisine verilen eğitimin niteliği, akademisyenin niteliği ve motivasyonları ile ölçülebilir.

Her şeyden önce akademisyenlerin genel olarak sosyal bilimler bilgisi az. Salt hukuk alanındaki teknik bilgileri hatmedip diğer sosyal bilimler bağlamında zayıf olan bir hocanın öğrenciye ne katacağı şüphelidir. Bunu tartışma ihtiyacı dahi hissetmiyorum.

Fakat akademisyenleri de külliyen suçlamamak gerekiyor. Son 1-2 yıla kadar ihtiyaç duydukları maddi standardın çok aşağısında kalan maaşlara layık görüldüklerini biliyoruz… Bu hususa dair daha yeni yeni -en azından bir nebze- dişe dokunur iyileşmeler oluyor.

Ayrıca akademisyenleri kıskaca alan tek faktör maddi yetersizlikler de değil. Akademik araştırmalarına yoğunlaşmalarını zorlaştıran birçok dış etkenle baş etmek durumunda kalıyorlar. Yükseköğretim sistemimizin bozuklukları burada tek tek sayılabilir ama bunlar zaten birer klişe hâline geldi, belli ki herkes her şeyin farkında. Bu yüzden, hukuk akademisyenler, açısından ideal ile elde olanın arasındaki makasın ne denli açık olduğunu gösteren tek bir istatistiğe değinmekle yetinelim: Akademisyenlerin yüzde 90’ı araştırma ve eğitim faaliyetlerinin bir akademisyen için öncelik olması gerektiğini söylerken, pratikte sadece yüzde 9’u bunun öncelendiğini düşünüyor. Hangi izah durumu bu kadar net anlatabilir ki?

Bunda hem kendilerinin hem de sistemin vebali var elbette… Fakat kim hatalı olursa olsun, neticede, hukuk öğrencilerine eğitim veren kadronun ahvâli bu.

BU ÇOCUKLAR BÜYÜNCE NE OLACAK?

Bu başlığı hamasi cümleler kurmak için atmadım. Hepimiz bir ucundan tutacağız sistemin neticede, olacak olan bu. Yapabileceğimiz tek şey, kendi gücümüzce; kendi alanımızda artı değer katabilecek işler ortaya koymaya gayret etmek olabilir. Bu kolektif bir hâl alırsa, o zaman bir şeyler düzelebilir.

Başlıktan hareketle asıl değinmek istediğim şey, hukuk öğrencilerinin büyük çoğunlukla seçtiği meslekler olan hâkimlik, savcılık ve avukatlığa dair bazı sonuçlara değinmekti.

Bir kere avukatlar ile savcı ve hâkimler birbirine hiç ama hiç güvenmiyor. Bu ortada. Öte yandan buna şaşırmıyoruz çünkü sonuçlar gösteriyor ki avukat, kendi barosuna da güvenmiyor…

Ama avukatlarla, hâkim ve savcılar bir konuda birleşiyor: Çoğu mesleklerini icra ederken özgür hissetmiyor.

Oldukça menfi bir tablo…

Bir de bana ironik gelen bir istatistik var: Avukatların yüzde 76’sı hukuk fakültesinde anlatılanla pratikteki hukuk farklı diyor. Ben de işin iki kısmında da yer almış biri olarak bunu tasdik ederim. Ancak ironik olan şu ki, biz hukuk fakültelerini “icramatik” yetiştirmekle itham ederken onun bile düzgün yapılamadığı ortaya çıkıyor. Yani adliyeden içeri adım atınca, hukuk zihniyeti üzerine kafa yormayı bir kenara bırakmış başarılı bir icramatik -yani ezberci- olmak dahi yetmiyor. Çünkü fakültede anlatılamayacak başka faktörler devreye giriyor…

“ADALETSİZ OLACAĞIMA İŞSİZ KALAYIM”

Ankete katılan hukuk öğrencilerinin yüzde 77’si böyle demiş. Kimsenin hukuk sistemimize dair pozitif hisler beslemediği, hukuk memnuniyetinin de hukuka inancın da yerlerde olduğu bir atmosferde öğrencilerin hâlâ bunu diyebilmesi, belki de anketin en umut verici sonucu. Diğer bir pozitif nokta da: Hukuk öğrencileri her şeye rağmen “hukukçu” olmanın duygusal açıdan bir önem taşıdığını düşünüyorlar.

Velhasıl…

Geçtiğimiz günlerde Prof. Dr. İskender Öksüz Hoca, PISA sonuçlarının açıklanmasını takiben Rövanşı Olmayan Yenilgi”[2]başlıklı bir yazı yazmıştı. Kendi yazıma konuk ettiğim araştırmanın sonuçları bana o yazının hukuk alanındaki izdüşümünü izliyormuşum hissi verdi. Hukuk alanında ömrünü geçirmeyi düşünen biri olarak elbette bunaltıcı bir histi bu his. Ancak görünen köy kılavuz istemez, tablo budur. Hepimizin oturup düşünmesi lazım sanıyorum ki. Hatta sanıyorum ki düşünmeye başlayacağımız noktanın neresi olduğuna dair bir ipucu için yine ankete referans yapabilirim: Anket katılımcılarının geneline baktığımızda yüzde 78’i toplumsal kamplaşmanın hukuku bozduğunu düşünüyormuş.

Buna hemfikirsek güzel bir noktadayızdır belki de…

Yrd. Doç. Dr. Emir Kaya Hoca’ya istifade ettiğim değerli çalışmasından ötürü bir kez daha teşekkür ediyorum. İleride bir başkası (belki yine Emir Kaya), başka ülkelerdeki hukukçuların ve hukuk öğrencilerinin aynı sorulara nasıl yanıt verdiğini araştıran bir çalışma yaparsa daha da derinlikli çıkarımlar yapma imkânımız olacaktır. Ne de olsa hukukta mukayese her zaman önemlidir.