Davalı hakkında Cumhuriyet Başsavcılığınca yapılan soruşturma kapsamında Siirt Valiliğince soruşturma izni verilmesi için yapılan ön inceleme sırasında davalının Hatay İl Emniyet Müdürlüğünde 04.10.2013 tarihinde verdiği ifade sırasında davacı hakkında “Cumhuriyet Savcısına yakışmayan” ve “Sokak Kabadayısı” şeklinde sözler kullandığı hususunda uyuşmazlık bulunmamaktadır. Ancak kullanılan söz ve ifadelerin yukarıda vurgulanan AHİM. içtihatları karşısında, ifade özgürlüğü kapsamında korunması gereken kişisel değer yargısı niteliğinde değerlendirilmesi gerekmekte olup, kullanılan bu ifadelerin, eleştiri sınırlarını aşmadığı ve davacının kişilik haklarına saldırı teşkil etmediği kabul edilmelidir. Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında, davalı tarafından kullanılan sözlerin davacının kişilik haklarına saldırı niteliğinde olduğu, bu nedenle direnme kararının onanması gerektiği belirtilmişse de bu görüş kurul çoğunluğu tarafından yukarıda açıklanan nedenlerle yerinde görülmemiştir. Hâl böyle olunca yerel mahkemece, Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır. 
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU   
ESAS NO.     : 2017 / 4-1415
KARAR NO.  :  2018 / 211
KARAR T.      : 14.02.2018
Taraflar arasındaki “manevi tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, Siirt 2. Asliye Hukuk Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 27.05.2014 gün ve 2013/1081 Esas,  2014/591 Karar sayılı karar davalı tarafından temyiz edilmekle, Yargıtay 4. Hukuk Dairesinin 26.11.2015 gün ve 2014/17668 E., 2015/13737 K. sayılı kararı ile;
(...Dava, kişilik haklarına saldırıdan dolayı uğranılan manevi zararın ödetilmesi istemine ilişkindir. Mahkemece istem kabul edilmiş; karar, davalı tarafından temyiz edilmiştir.
Davacı, Cumhuriyet savcısı olarak görev yaptığını, davalının ise il emniyet müdürlüğünde 4. sınıf emniyet müdürü olduğunu, güvenlik sorunu nedeniyle davalınında aralarında bulunduğu birçok polisin görevi kötüye kullanma suçundan sanık olarak yargılandığını, davalının bu suçlamadan kurtulmak için resmi belgede sahtecilik yaptığı şüphesi ile Siirt Valiliği'nce soruşturma izni verilmesi için yapılan ön incelemede Hatay İl Emniyet Müdürlüğünde 04/10/2013 tarihinde vermiş olduğu ifadede “sokak kabadayısı” demek suretiyle kendisine hakaret ettiğini iddia ederek manevi tazminat ödetilmesi isteminde bulunmuştur. Davalı davanın reddi gerektiğini savunmuştur. Mahkemece, davalının davacıya hakaret ettiği kabul edilerek istemin kabulüne karar verilmiştir. Dosya arasındaki bilgi ve belgelerden, 04/10/2013 günü davalının Hatay İl Emniyet Müdürlüğünde verdiği ifadede, davacı hakkında sinirli olduğu, Cumhuriyet savcısına yakışmayan ve sokak kabadayısı tavırları içerisinde olduğu biçiminde beyanda bulunduğu anlaşılmaktadır.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin 22 Nisan 2013 tarihli 48876/08 başvuru nolu kararında “İfade özgürlüğünün, demokratik bir toplumun vazgeçilmez esasını ve bu toplumun gelişiminin ve her bireyin kendini gerçekleştirmesinin temel koşulunu oluşturduğunu, 10. maddenin 2. fıkrası hükümleri saklı kalmak kaydıyla ifade özgürlüğünün sadece çoğunluk tarafından kabul edilen, zararsız ya da farklı olan «bilgi» ya da «düşünceler» için değil ama ayrıca hoşa gitmeyen, sarsıcı ya da rahatsız edici olanlar için de geçerli olduğunu, bunların  «demokratik toplumun» onlarsız olamayacağı çoğulculuğun, hoşgörünün ve açık fikirliliğin gereği olduğunu, 10. maddede açıklandığı gibi bu özgürlüğe yapılan sınırlamaların her halde dar yorumlanması gerektiğini ve herhangi bir sınırlama gereksiniminin ikna edici bir biçimde ortaya koyulması gerektiğini,...” ifade etmektedir. Somut olaya gelince, davacının Cumhuriyet savcısı, davalının ise emniyet müdürü olduğu, davalının resmi belgede sahtecilik suçuna ilişkin yapılan ön inceleme soruşturmasında alınan ifadesinde, davacı hakkında sarf ettiği düşüncelerinin yukarıda değinildiği gibi hoşa gitmeyen, sarsıcı hatta rahatsız edici olanları dahi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 10. maddesi, Anayasa 26. maddesi uyarınca ifade ve düşünce özgürlüğü kapsamında korunması gerektiği, kişisel değer yargısı niteliğindeki beyanların eleştiri sınırlarında kaldığının kabulü ile istemin tümden reddi yerine kısmen kabulü doğru olmadığından kararın bozulması gerekmiştir....) gerekçesiyle oy çokluğuyla bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
TÜRK MİLLETİ ADINA
HUKUK GENEL KURULU KARARI
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki belgeler okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, kişilik haklarına saldırı nedeniyle manevi tazminat istemine ilişkindir.
Davacı Siirt Cumhuriyet Savcısı olarak görev yaptığını, davalının ise İl Emniyet Müdürlüğü'nde 4. Sınıf Emniyet Müdürü olduğunu, Siirt Adalet Sarayı’nın güvenliğinde yaşanan zafiyet dolayısıyla dönemin koruma şube müdürü olan davalının da aralarında bulunduğu birçok polisin halen Siirt Sulh Ceza Mahkemesi’nde görevi kötüye kullanma suçundan sanık olarak yargılandığını, davalının bu suçlamadan kurtulmak için resmi belgede sahtecilik yaptığı şüphesi ile hakkında Siirt Cumhuriyet Başsavcılığınca soruşturma başlatıldığını, bu kapsamda Siirt Valiliğince soruşturma izni verilmesi için yapılan ön incelemede davalının Hatay İl Emniyet Müdürlüğü'nde 04.10.2013 tarihinde ifade verdiğini, bu ifadede şahsı hakkında "sokak kabadayısı" yakıştırmasında bulunduğunu, davalının şahsını hedef alan bu haksız ve hukuka aykırı yakıştırmasının İl Emniyet Müdürlüğü'nde görevli polis memurları, amir ve müdürleri arasında kulaktan kulağa yayılarak alay konusu olduğunu, adliyede görev yapan Hâkim, Cumhuriyet Savcısı ve personel tarafından da duyularak çalışma arkadaşları nezdinde de incindiğini, Cumhuriyet Savcılığı görevini kanunlardan aldığı yetki ile polisin adli amiri sıfatı ile icra ettiğini, adli hizmete ilişkin emir ve talimatlarını gecikmeksizin yerine getirmekle görevli polis müdürünün "sokak kabadayısı" yakıştırmasının moral ve motivasyonunu bozduğunu, adli amiri konumunda olduğu camia nazarında şahsını küçük düşürdüğünü ve kendisini bir hayli üzdüğünü, kişilik haklarına yönelik hukuka aykırı saldırı nedeniyle manevi zarara uğradığını ileri sürerek, 5.000,00 TL manevi tazminatın hakaret tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesini istemiştir.
Davalı 17.01.2013 tarihinde Siirt Adliyesinde meydana gelen olay ile ilgili olarak emniyet personeli tarafından düzenlenen tutanağın sahte olduğu iddiası ile kendisi ve diğer polisler hakkında soruşturma açıldığını, ancak Siirt Valiliğince ve Diyarbakır Bölge İdare Mahkemesince soruşturma izni verilmediğini, bu tutanağa göre Cumhuriyet Savcısı ...'nun polis memurlarına dönerek ve belinde bulunan siyah renkli silahını sallayarak "bende de silah var ben de vatandaşa sıkmayı bilirim. Kafasına ben mi sıkayım. Bu benim işim değil. Siz beni koruyamıyorsunuz. Siz ne işe yarıyorsunuz. Size ihtiyacım yok" diye bağırarak olay yerinden ayrıldığını, olayın devamında 17.01.2013 tarihinde polis memurlarının davacının odasına gittiklerinde iki jandarma görevlisi toplam beş kişinin yanında onlara "sizin görevinizi kapımda bekleyen Orhan yapıyor. Siz de bundan sonra bunun işlerini yapacaksınız, bundan sonra beni siz korumayın, siz polislik yapmıyorsunuz, sizden polis olmaz" diyerek sözlerine devam ettiğini, davacının devlet geleneğinde olmayan şekilde Cumhuriyet Savcısına yakışmayacak davranışlar sergilediğini, 04.10.2013 tarihli ifadesinde bu durumu belirtmek için Türk Ceza Kanunu’nun “İddia ve Savunma Dokunulmazlığı” başlıklı 128. maddesi kapsamında “sokak kabadayısı” benzetmesine yer verdiğini, bu maddeye göre yargı mercileri veya idari makamlar nezdinde yapılan yazılı veya sözlü başvuru, iddia ve savunmalar kapsamında kişilerle ilgili olarak somut isnatlarda ya da olumsuz değerlendirmelerde bulunulması halinde ceza verilemeyeceğini, ayrıca Türk Dil Kurumu’nun sözlüğüne göre de kabadayı kelimesinin hakaret teşkil eden bir ifade olmadığını belirterek davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece davalı hakkında başlatılan soruşturma kapsamında 04.10.2013 tarihinde alınan ifadesinde davacı Cumhuriyet Savcısı hakkında “sokak kabadayısı” yakıştırmasında bulunduğu davacı Cumhuriyet Savcısı ile davalı Emniyet Müdürü arasında Adli Kolluk Yönetmeliğinden kaynaklanan bir hiyerarşi bulunduğu, davalının kullanmış olduğu “sokak kabadayısı” ifadesi ile davacıyı adli kolluk görevlileri arasında küçük düşürdüğü, saygınlığını ve güvenirliliği zedelediği gerekçesiyle davanın kabulüne, 5.000,00 TL manevi tazminatın dava tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalıdan tahsiline karar verilmiştir.
Davalının temyizi üzerine karar Özel Dairece yukarıda açıklanan gerekçelerle bozulmuştur.
Yerel Mahkemece önceki karardaki gerekçeler tekrar edilerek direnme kararı verilmiştir.
Direnme kararı, davalı tarafından temyiz edilmiştir.
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık, davalının hakkındaki soruşturma kapsamında vermiş olduğu ifadesinde davacı hakkında “Cumhuriyet Savcısına yakışmayan” ve “sokak kabadayısı” şeklindeki ifadelerin ifade ve düşünce özgürlüğü kapsamında korunması gereken kişisel değer yargısı niteliği taşıyıp taşımadığı, eleştiri sınırlarını aşıp aşmadığı ve davacının kişilik haklarına saldırı teşkil edip etmediği, buradan varılacak sonuca göre davalı tarafın manevi tazminatla sorumlu tutulup tutulamayacağı noktasında toplanmaktadır.
Uyuşmazlığın çözümüne geçilmeden önce, bu konudaki uluslararası metinlerde ifade özgürlüğünün nasıl yer aldığının incelenmesinde yarar vardır:
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin “İfade Özgürlüğü” başlıklı 10. maddesinin birinci fıkrası; “Herkes ifade özgürlüğü hakkına sahiptir. Bu hak, kamu makamlarının müdahalesi olmaksızın ve ülke sınırları gözetilmeksizin, kanaat özgürlüğünü ve haber ve görüş alma ve de verme özgürlüğünü de kapsar. Bu madde, Devletlerin radyo, televizyon ve sinema işletmelerini bir izin rejimine tabi tutmalarına engel değildir.” hükmünü içermekte olup hangi hâllerde ifade özgürlüğünün sınırlandırılabileceği de aynı maddenin ikinci fıkrasında düzenlenmiştir. 1982 Anayasası’nın 90. maddesinin son fıkrasında; “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası antlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasa’ya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesi’ne başvurulamaz (Ek cümle: 7/5/2004-5170/7 md.). Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır.” hükmü yer almaktadır. Bu durumda mahkemelerin önlerine gelen uyuşmazlıklarda, usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası antlaşmalar ile iç hukukun birlikte yorumlanması ve uygulanması gerekmektedir.  Bu nedenle Türkiye’nin taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi gözetilerek verilen Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarının incelenmesi gerekmektedir.
İfade özgürlüğü demokratik bir toplumun en önemli temellerinden birisi olup, toplumsal ilerlemenin ve her kişinin gelişiminin başlıca koşullarından birini teşkil etmektedir. AİHS'nin 10. maddesinin ikinci fıkrası saklı kalmak koşuluyla, ifade özgürlüğü yalnızca iyi karşılanan ya da zararsız veya önemsiz olduğu düşünülen bilgiler ve düşünceler değil, aynı zamanda kırıcı, hoş karşılanmayan ya da kaygı uyandıran “bilgiler” ya da “düşünceler” için de geçerlidir, çoğulculuk, hoşgörü ve açık düşünce bunu gerektirir ve bunlar olmaksızın “demokratik bir toplum” olamaz. 10. maddede benimsenen ifade özgürlüğü bu şekilde olmakla birlikte, yine de bu dar bir yorum gerektiren istisnalar içermektedir ve bu hakkı kısıtlama ihtiyacının ikna edici bir biçimde ortaya konması gerekmektedir (Pakdemirli v. Türkiye kararı, başvuru no: 35839/97, 22 Şubat 2005). İfade özgürlüğü geniş bir şekilde yorumlanmakta ise de, sınırsız olmadığı da Sözleşme’nin 10. maddesinin ikinci fıkrasında belirtilmiştir. Burada çözülmesi gereken temel sorun ifade özgürlüğü ile kişilik haklarına yönelik saldırı arasındaki sınırın hangi ölçütlere göre saptanacağı sorunudur.
AİHM önüne gelen uyuşmazlıklarda yapılan müdahalenin ifade özgürlüğünü ihlal edip etmediğini aşağıdaki kriterleri uygulayarak tespit etmektedir:
1. Müdahalelerin yasayla öngörülmesi:
AİHM, Sözleşme’nin 10. Maddesinin ikinci fıkrasında yer alan “yasayla öngörülme” ifadesinin, ilk olarak, itiraz konusunun iç hukukta bir dayanağı olması gerektiğini hatırlatır. Ancak söz konusu ifade hukuki normların ilgili kişinin erişiminde olmasını, sonuçlarının öngörülebilmesini ve hukukun üstünlüğü ilkesine uygun olmasını gerektiren kanun niteliğine de atıfta bulunmaktadır (Association Ekin/Fransa, başvuru no: 39288/98; Ürper ve diğerleri Türkiye kararı, başvuru no: 14526/07, 14747/07, 15022/07, 15737/07, 36137/07, 47245/07, 50371/07, 50372/07 ve 54637/07, 20 Ekim 2009).
2. Müdahalelerin meşru bir amaç izleyip izlemediği konusu:
Sözleşme’nin 10/2. maddesine göre, bu özgürlüklerin kullanılması “…demokratik bir toplumda ulusal güvenliğin, toprak bütünlüğünün veya kamu güvenliğinin korunması, kamu düzeninin sağlanması ve suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlâkın, başkalarının şöhret ve haklarının korunması, gizli bilgilerin yayılmasının önlenmesi veya yargı erkinin yetki ve tarafsızlığının güvence altına alınması için gerekli olan bazı formaliteler, koşullar, sınırlamalar veya yaptırımlara tabi tutulabilir.” Açıkça görüldüğü üzere yasayla düzenlemek şartıyla “başkalarının şöhret ve haklarının korunması” amacıyla ifade özgürlüğünün sınırlandırılabileceği kabul edilmekte olup, sınırlama haklı olsa bile, bu kez sınırlamanın orantılılığı gündeme gelecektir (bkz. sınırlamanın orantısızlığı konusunda Pakdemirli v. Türkiye kararı). Ancak kişilik hakkının korunması ile ifade özgürlüğü arasındaki dengeyi iyi sağlamak gerekmektedir. Özellikle siyasetçilerin ve devlet görevlilerinin kişilik hakları ve şöhretleri söz konusu olduğunda, bu dengede ifade özgürlüğünün ağır bastığı konusunda kuşku yoktur. Diğer bir deyişle, terazide bir yanda siyasetçilerin ve devlet görevlilerinin “kişilik hakları”, diğer yanda “ifade özgürlüğü” bulunduğu durumlarda, tercihin daha çok ifade özgürlüğünden yana kullanıldığı söylenebilir (Osman Doğru, Atilla Nalbant; İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi Açıklama ve Önemli Kararlar, C. 2, Ankara 2013, s. 232).
3. Müdahalelerin demokratik bir toplumda gerekli olup olmadığı konusu:
İfade özgürlüğünün demokratik bir toplumun temel yapılarından birini oluşturduğu ve toplumun gelişimi ve bireyin kendini gerçekleştirmesinin temel koşullarından biri olduğu hatırlatılmalıdır (Lingens/Avusturya, A Serisi no. 103). İfade özgürlüğü istisnalara tabi olsa da, bu istisnalar dar bir biçimde yorumlanmalı ve sınırlama nedeni ikna edici bir biçimde ortaya konmalıdır (Observer ve Guardian/Birleşik Krallık, A Serisi no. 216). Dikkat edilmesi gereken bir diğer husus ise “değer yargısı” ile “olaya dayalı bilgilendirme” arasında ayırım yapmaktır. Bir olayın olup olmadığı kanıtlanabilir bir husus iken, bir değer yargısının kanıtlanmasının istenmesi gerçekleştirilemez ve kanaat özgürlüğüne müdahale oluşturur. AİHM’ne göre ulusal hukukun bu ayrımı öngörmemesi kendi başına ifade özgürlüğüne aykırılık oluşturabilir. 1982 Anayasası’na göre “herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir ve her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz. Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir ve bu hürriyet resmî makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar.” Anayasa’nın 26. maddesinin ikinci fıkrasında bu hürriyetlerin kullanılması, sınırlandırılması düzenlenmiş; millî güvenlik, kamu düzeni, kamu güvenliği, Cumhuriyetin temel nitelikleri ve Devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünün korunması, suçların önlenmesi, suçluların cezalandırılması, Devlet sırrı olarak usulünce belirtilmiş bilgilerin açıklanmaması, başkalarının şöhret veya haklarının, özel ve aile hayatlarının yahut kanunun öngördüğü meslek sırlarının korunması veya yargılama görevinin gereğine uygun olarak yerine getirilmesi amaçlarıyla sınırlanabileceği ifade edilmiştir. Düşünce ve kanaat özgürlüğü sınırının aşılması ve kişilik hakkına saldırı seviyesine ulaşması hâlinde 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 58. ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 24. maddeleri gereğince manevi tazminat istenebilecektir.
Tüm bu açıklamalar ve yasal düzenlemeler ışığında somut olay incelendiğinde; davalı hakkında Cumhuriyet Başsavcılığınca yapılan soruşturma kapsamında Siirt Valiliğince soruşturma izni verilmesi için yapılan ön inceleme sırasında davalının Hatay İl Emniyet Müdürlüğünde 04.10.2013 tarihinde verdiği ifade sırasında davacı hakkında “Cumhuriyet Savcısına yakışmayan” ve “Sokak Kabadayısı” şeklinde sözler kullandığı hususunda uyuşmazlık bulunmamaktadır. Ancak kullanılan söz ve ifadelerin yukarıda vurgulanan AHİM. içtihatları karşısında, ifade özgürlüğü kapsamında korunması gereken kişisel değer yargısı niteliğinde değerlendirilmesi gerekmekte olup, kullanılan bu ifadelerin, eleştiri sınırlarını aşmadığı ve davacının kişilik haklarına saldırı teşkil etmediği kabul edilmelidir. Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında, davalı tarafından kullanılan sözlerin davacının kişilik haklarına saldırı niteliğinde olduğu, bu nedenle direnme kararının onanması gerektiği belirtilmişse de bu görüş kurul çoğunluğu tarafından yukarıda açıklanan nedenlerle yerinde görülmemiştir. Hâl böyle olunca yerel mahkemece, Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır. 
SONUÇ: Davalının temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında ve yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı BOZULMASINA, istek hâlinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, miktar itibariyle karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere 14.02.2018 gününde oy çokluğu ile karar verildi.