Adaletin siyasetten bağımsızlığı konusunda bol keseden ahkâm kesenlerin inandırıcılıklarının artık sağlam bir gerekçesi kalmadı. Adalet siyaset ilişkisinin siyasetin belirleyiciliğine tabi olduğu kanıtlandı. Bu yalnızca parlamentoların yasaları yaparken hukuka, insan haklarına uygunluk denetimini ciddiye almamasından değil, yargı aşamasında yasaların siyasetin ideolojisine uygun bir vicdanla yorumlanabilmesi nedeniyle de böyledir.
Hukukun siyasetle ilişkisi de evvel eski ideolojinin egemenlik alanındadır ama yine de bir mücadele alanıdır. Orada insan haklarını siyasete karşı savunmak mümkündür. Siyasetin hukuka karşı kaba müdahalelerinin önüne kimi zaman geçilebilmekte, geçici ya da kalıcı zaferler kazanılabilmektedir.

***

İkisinin örneklerini de aynı günlerde görme şansımız oldu. Birincisinde hukuk alanında bir özgürlük savaşı kazanıldı; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 2007 yılında, tam da Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi Cumhuriyet gazetesine konulan yayın yasağının hukuksuz olduğunu karara bağladı. Böylece siyasetin hukuka müdahalesinin basın özgürlüğüne aykırı olduğunu kesin ve kapsamlı bir kararla kayda geçirmiş oldu.
İkincisinde ise siyasi bir anlayış ve eylemle kurgulanmış bir davada, kanıtların değerlendirilmesi yerine davaya tümüyle siyasetin ideolojisiyle bakılarak 200’ün üzerinde kişi mahkûm edildi. Kararın en üst mahkeme tarafından verilmiş olması ise eleştiriye açık olsa da hükmün değiştirilmesine yol açabilecek bir tartışmanın kapısının kapanmış olması anlamına geliyor. Geriye iki yol kaldığı savı ise tartışmalıdır.
Siyasiler davada alınan kararların ürkütücülüğü karşısında,
“daha son noktada değiliz, Anayasa Mahkemesi ve AİHM var” deseler de bu “olanaklar” hüküm giyenler açısından özgürlüğün kazanılması konusunda fazla bir umut vaat etmiyor.

***

Anayasa Mahkemesi’ne başvuru hakkının hangi amaçlarla anayasaya eklendiğini hatırlayanlar buradan bir sonuç çıkmayacağını rahatlıkla söyleyebilirler. AYM’ye başvuru olanağı, Yüksek Mahkeme’nin büyük bir ihtimalle davanın AİHM’ye giderken bir bekleme odası işlevi göreceğini kanıtlamaktan başka bir işe yaramayacaktır. Yanılırsak; yani AYM, kanıtların iyi değerlendirilmediği, sanıklar lehine kanıtların, bilirkişi raporlarının dikkate alınmadığı gerekçesiyle bozma yoluna giderse, siyasetin hukuk karşısında gerilemesinden söz edilebilir; hukukla yargı arasındaki olumsuz açı bir ölçüde kapanabilir. Konunun AİHM’ye gitmesi ise pratik sonuçları bakımından uzak bir olasılıkla Türk adalet sisteminin “kendini gözden geçirmesinin” yolunu açabilir, sanıkların özgürlüğü açısından ise pratik bir sonuç doğurmayacaktır.

***

Şimdilerde artık bu konuya bir af meselesi olarak bakılması, konunun böylece kapatılması sık sık dile getirilmeye başlandı. Bunun anlamı siyaseten başlatılmış bir davanın yine siyaseten kapatılmasıdır. Bu da nihayet hukukun siyasete bir kere daha boyun eğmesi, siyasetle adalet arasındaki paralelliğin bir kere daha kanıtlanması ve onaylanması olacaktır.
Cumhuriyet gazetesinin AİHM’de açtığı davanın kazanılması basın özgürlüğü adına bir başarı oldu; Balyoz davasında özel yetkili mahkemelerin verdiği ağır mahkûmiyetlerin Yargıtay’da onanması ise hukukun siyaset karşısında yenilgisi olmaktan başka bir anlam taşımıyor. Her iki sonuç da Türkiye’nin siyah beyaz bir fotoğrafıdır ve bu fotoğrafın giderek daha koyulaşacağını söyleyebiliriz.
Çünkü siyaset egemenlerinin memleketi geriye doğru sürükleme planlarından geri atım atmaya niyetlerinin olmadığını paket paket öğreniyor, paketler açıklandıkça her düzeyde eyleme geçen geriliğin zafer çığlıklarından anlıyoruz.

Cumhuriyet