Ankara Devlet Tiyatrosu sahnelerinde bu sezon izleyiciyle buluşan çarpıcı bir oyun var: "Kocasını Pişiren Kadın".

Devlet Tiyatroları sitesindeki oyun tanıtımı yazısından bir parça şöyle; "Ataerkil alt bilincinin kölesi olan erkekler, kadınlarını biçimlendirmeye ve kadınların onlara ait olduğu sanrısı ile yollarından şaşmamaya devam ediyor. Kadınınızı başka yöne baktı diye, size istediğiniz yemekleri yapmıyor diye, etek giydi diye, hatta kahkaha attı diye öldürebilirsiniz! Onu dövebilirsiniz! Onu hiçe sayabilirsiniz! Gerçekten mi? Peki kadınlar ne zamana kadar susar? Sonsuza kadar değil..."

Debbie Isitt'in eserini sahneye koyan oyununun yönetmeni Ezgi Yentürk ile oyunu, kadınların durumunu, sonsuza dek susmaya niyeti olmayan kadınları soL için konuştuk...

Bu oyunu devlet tiyatrosunda sahneleme süreciniz nasıl gerçekleşti?

Devlet Tiyatrolarında ilk defa gerçekleştirilen bir proje dönemi başlatıldı. Reji Atölyesi başlığı altında kadro dışındaki genç yönetmenlerden projelerini detaylı olarak sunmaları istendi ve bunların arasından kriterlere uyan oyunlar değerlendirmeye alındı. Tiyatromuza yeni yönetmenler kazandırmak amacıyla gerçekleştirilen bu yeni yapılandırmayı açıkçası ben çok değerli buluyorum. Genç yönetmenlerin devlet tiyatrosu sahnelerinde oyun koyması hem bizler için hem de tiyatroya yeni rejisörler kazandırması bakımından iki taraflı bir kazanım. Tiyatro da hayat gibi değişen, dönüşen yenilenen bir olgu. Bu anlamda devlet tiyatrolarının yeniye açık olması biz gençler için de umut verici. 

PALA BIYIKLI BİR ÜLKEYE DÖNÜŞTÜK

Debbie Isitt bu oyunu nasıl bir motivasyonla yazmış çok kavrayamıyoruz burdan belki ama, siz nasıl bir motivasyonla seçtiniz bu metni? Ülkedeki kadınların durumu belirleyici oldu mu hiç?

Bu texti ilk okuduğumda (yaklaşık 4 yıl önceydi) daha medeni coğrafyalarda bile kadın erkek ilişkilerinin bizdekiyle benzer sorunlar içerdiğini gördüm. Farklı bir dille ve farklı bir kurguyla hepimizin bildiği, yaşadığı, bir şekilde karşı karşıya kaldığı problemleri anlatması beni etkiledi. Kadınlık ve erkeklik hallerinin, toplumsal sorunların bir parçası olarak daha uzlaşmaz hale gelmesi ve bu metnin de bunu konu edinmesi önemliydi. Kapitalizmin kadın erkek ilişkilerini, kendi sınıflandırması dahilinde yeniden belirlemesi ve tüm ezen ezilen ilişkisi içinde kadının eşit bir statüden erkeğin alt sınıfında kalan bir canlıya indirgenmesi, değersizleştirilmesi veya görmezden gelinmesi, günümüzün en sıkıntılı başlıklarından. Tüm bu savaşlarla, toplumsal iki yüzlülükle, kavgacı ruh halimizle, kazanan olmak için sarfedilen çabayla, güç, iktidar mücadelesi derken ataerkil bir dünyanın sonuçlarını yaşıyoruz. Kadının gücünden çekinen, onu baskılayan, yok sayan, üzerinde söz sahibi olmaya hak gören pala bıyıklı bir ülkeye dönüştüğünü görüyorum memleketin.  Üstelik ülke coğrafyasında tam da bu  konular yaşanırken, ben de bu texte kayıtsız kalamadım. Tabi kadın olmamın da bunda etkisi var kuşkusuz. Bildiğim kadarıyla bu metin daha çok erkek yönetmenler tarafından sahnelendi şimdiye dek. Bir de biz kadınlar durumu nasıl görüyoruz aktarmak istedim açıkçası. 

Kendisine biçilen rollerle hesaplaşan, adeta aydınlanma yaşayan bir kadın var sahnede. Taraftarı oluyorsunuz o karakterin izlerken sanki… Siz soğukkanlı yaklaşabiliyor muydunuz karakterlere?

Sahnede birbirinden çok farklı profillerde iki kadın karakter görüyoruz. Ve bu iki zıt kadında bile aynı kalıbı arayan bir erkek karakter. Temel sorun karşındaki kişinin değerlerini kabul ederek yeni bir ilişki başlatamamak. Kendi zaaflarını karşısındaki kadının üzerinde baskı kurarak, mobbing uygulayarak tatmin eden erkekler ve buna karşılık kendi değerini unutan, istenilen kalıba girmek için olağanüstü çaba harcayan kadınlar görüyoruz sahnede. Çok sorunlu ilişkiler bunlar. Ancak bizim profesyonel olarak herhangi bir taraf tutmamız, ya da benim kendimi bir karaktere daha yakın hissetmem söz konusu değil. Çünkü mesleki anlamda başka bir gözle daha objektif ve soğukkanlı bir noktada durmak gerekiyor. Neticede biz tiyatroyu, gerçeklerin peşine düşmek için yapıyoruz. Gerçek olana bir parça daha yaklaşabilmenin çeşitli yollarından biri de tiyatrodur benim için. Bizim gibi gerçeği arayan seyircilerle bir araya gelmek galiba bu mesleğin en değerli yanı. 

Evin dışındaki, evdeki rollerle barışmayan kadın ise bir erkek dolayımıyla sahneye girdiği için bir mesafe oluyor sanki seyirciyle arasında. Aslında Laura’nın “olmak istemediği kadını” alkışlıyoruz, ama nedense seyirci diğer kadının, Hilary’nin safında daha çok gibi? Bunun kaynağı nedir sizce?

Sanırım bunun sebebi daha çok Türk aile yaşantısında kadına biçilen rolün hemen hemen Hillary’ninkiyle aynı olması. Pek çok kadın seyirci kendi evinde bir parça Hillary ile aynı kaderi paylaştığını görüyor. O da evinde eşine saçını süpürge ederek yıllarını geçiriyor, o da evini temiz tutmak, eşinin sevdiği yemeği yapmak ve toplum içinde saygın bir eş vazifesi görebilmek için bir ömür mesai harcıyor. Bu kadınları çok yakınımıza baktığımızda hemen görebiliriz yaşamda. Belki de sağa sola bakmaya bile gerek yok, belki de biziz bu Hillary. Fakat ona göre çok zıt bir karakter olan Laura da yaşamın içindeki kadın profillerinden biri. Sayısal olarak daha az belki ama kendi özgürlüğünün farkında, erkeğin kalıbına girmeyi reddetmiş, kendi doğasını yaşamayı seven bir kadın profili. Seyircimizin kadın profilleri ile bu karakterler arasındaki benzerlik sanırım bunda sayısal olarak ayırdedici bir faktör.  

ÖZGÜR KADINLAR VARSA ÖZGÜR BİR TOPLUM SÖZ KONUSUDUR

Oyun boyunca iki kadın çok ayrı cephelerde resmedilirken sonunda bir dayanışma mevzisi alıyorlar birlikte. İkisi de ayrı evlerde belki ama, erkeğin temsil ettiği şeylere karşı bir aydınlanmayı eş zamanlı yaşıyorlar denebilir mi?

Bu kaçınılmaz. Tarihte de böyle olmuştur. Ezilen sınıflar mücadele birliğinde aynı safta yer aldıklarında aslında ne kadar çok ve güçlü olduklarını görürler ve devrim burdan sonra gerçekleşir. Mecazi olarak bu iki kadının da devrimi, bir araya geldiklerinde aynı safta yer aldıklarını görmeleriyle gerçekleşiyor. Burada önemli bir ayrım var tabi atlamamak lazım. Bu aşamada erkek düşmanlığı varmak istediğimiz nokta değil. Erkeğin, kadın üzerinde baskıladığı değerler sistemi. Yani erkeğe değil ama erkek baskın düşünceye, karşı çıkmaktan söz ediyorum.  Nedir bu? Kadın üzerinden kurulan bir takım cümleler duyarız ya hani, kadın dediğin bakımlı olmalı, kadın dediğin anne olmalı, kadın dediğin erkeğini doyurmalı. Hayır efendim, kadın dediğin herhangi bir şey olmak zorunda olmamalı. Kadın başlı başına güçlü bir varlıktır. Erkeğin olduğu kadar gezegen üzerinde söz sahibi bir diğer insan türüdür. Kendi bedeni üzerinde de yine kendi söz sahibidir. Cinselliği, toplumsal yaşamı, eğitim hakkı, doğurma isteği veya isteksizliği. Tüm bunlar bireysel olarak kadının kendi dışında başka birine bağlı olmadan karar verebileceği alanlardır. Günümüzde hala bunları telaffuz ediyor olmak utanç verici. Ama devamlı söylemek zorundayız, savunmak zorundayız. Çünkü hala ister kentlerde, ister kırsalda olsun, bir kız çocuğu nasıl bir baskıyla büyüyor, hangi hakları elinden alınıyor, nerelerde şiddete uğruyor çok iyi biliyoruz. Bence bu mücadele yalnızca kadının değil, erkeğin de mücadelesi olmalı. Özgür kadınlar varsa özgür bir toplum söz konusudur. Gerisi laf salatası. 

DİNSEL DOGMALARDAN REFERANSLA HAREKET EDEN TOPLUMUN KADINA BAKIŞ AÇISI BELLİ

Devlet Tiyatroları’nın bu tip metinlere yaklaşımı nasıl oluyor? Aslında şu anki iktidarın makbul gördüğü erkekliğin de kadınlığın da eleştirisini yapıyor oyun… “Ailenin korunması” “kadının evdeki rolünün yüceltilmesi” gibi yaklaşımların aksi bir yönde duruyor.

Sanatın tüm iktidarlardan bağımsız olarak gerçeği söylemesi ve bunu özgürce söyleyebilmesi çok önemli. Devlet Tiyatroları benim için çocukluğumdan beri en sert textleri bile sahneleyen değerli yönetmenlerle, cesur oyuncularla, profesyonel teknik ekibiyle güçlü bir kurumdur. Ve herkes bu çatının altında sanat yapabilmek için toplanmış durumda. Sanat doğası gereği baskıyı kaldırmaz ve kendi damarını yaratır. Bu baskıdan yeni bir oluk bulur ve oradan akar. Yani iktidarlar ne kadar istese de sanatın karşısında güçsüzdür. Bunun örnekleriyle doludur tarih. İktidarlar gelir geçer ama yıllar önce seyrettiğiniz bir oyundan bir fikir, bir soru, bir replik sizin tüm yaşamınızı dönüştürebilecek bir güce sahiptir ve aslında içimizde bir yerde bizimle yaşamaya devam eder yani kalıcıdır. Görünmezdir belki ama kalıcıdır. Ben her zaman buna inanırım. 

Oyun çıkışında kadınların tümü inanılmaz keyifliydi, erkeklerde biraz gergin bir ifade vardı. O çelişkili yüz ifadelerini seyretmek çok eğlenceli; sanki kadınların böyle bir intikam ve dayanışma hikayesine ihtiyacı varmış gibi görünüyor?

Kadınların ve erkeklerin ihtiyacı olan şey, tüketim toplumunun yarattığı değersizlikler silsilesinden kurtulup, kendi değerlerini yaratması ve bunu yaparken demokrasiden, özgürlüklerden ve yenilikçi olmaktan referans alması bana göre. Referansınızın nereden olduğu çok önemli. Dinsel dogmalardan referansla hareket eden bir toplumun kadına bakış açısı belli. Halbuki üretimden, birey olmanın gücünden ve birlikte mücadele etmekten referans alan topluluklar kendi değerlerini yaratırken daha sağlam ve eşitlikçi olma imkanına sahiptir. Bunun henüz gerçekleşmediği noktada bir anlamda biz devreye giriyoruz. Ve belki de katharsisin gücüyle bu oyunu seyreden insanlarda bir reaksiyon oluşuyor. Bu da belli ki kadın ve erkek seyircilerde farklılıklar oluşturuyor. Ben buna katharsisin gücü diyorum.

VAKTİM VE BEYİN BEYİN HÜCRELERİM TV DİZİLERİ İZLEYECEK KADAR DEĞERSİZ DEĞİL

Bilet bulunmuyor oyununuza hala, demek kadınlar ve erkekler, çok rağbet gördüğü ve bu yüzden yayınlanmaya devam edildiği söylenen TV dizilerindeki makbul kadın ve erkek hikayelerinin dışında şeylere de özlem duyabiliyor denebilir mi?

Kesinlikle. Televizyonla olan toplumsal ilişkimiz de ayrı bir sorunlu başlık zaten.  Ev hayatını şekillendirme bir anlamda kontrol altında tutma amaçlı tv, yarışma programları, tamamen çıkar ilişkileri üzerine kurulmuş ve gerçeği daha manipüle eden, konuları birbirinin benzeri tv dizleri. Bence bir kesim, özellikle genç nesil burada bir terslik olduğunu sezmeye başladı. Çünkü burada gerçekten bir terslik var. Hayattaki ilişkiler, durumlar, sorunlar çok daha kompleks, çok daha fazla çeşitlilik içeriyor. Yani tv’lerdeki güzel kız yakışıklı oğlan figürlerinden başka konular içeriyor. Konuları bu kadar çeşitli bir hayatta izleyiciler devamlı  aynı şeyleri seyretmekten fenalık geçiriyorlar. Haklılar da. Ben çok uzun zamandır bu tarz şeyler seyredemiyorum örneğin. Vaktimin ve beyin hücrelerimin bu kadar değersiz olduğunu düşünmüyorum. 

AKP'NİN SANAT KOMİSYONUNU DUYUNCA GÜLDÜM

Son olarak AKP’nin “sanat komisyonu”nu da soralım… Komisyona dair bir ümidiniz var mı?

Adı üstünde “AKP’nin Sanat Komisyonu” ... Açıkçası bunu ilk duyduğumda bir kahkaha hasıl oldu bende. Bir an heyecanlandım, acaba dedim AKP kendi içinde bir devrim gerçekleştiriyor da yüksek sanatlar konusunda bir atılım mı yapıyor? Acaba operamızı, balemizi, edebiyatımızı, sinemamızı dünya arenasında söz sahibi bir konuma getirmek için ciddi bir çalışma mı yapacak? Acaba kapanan AKM’yi mi açacaklar? Acaba genç sanatçıları özgür sanata mı teşvik edecekler? Şaka tabi ki.. Hiç heyecanlanmadım ama güldüm. Komisyona dahil olan isimleri okuyunca epey güldüm. Ve onlar adına utanç duydum. Bir iktidarın yanında olduğunu, ihalelerden daha fazla pay kapmak için kendinden bu kadar ödün vermenin şart olduğunu ve onlarında bunu gururla gerçekleştirdiğini görünce onlar adına utanç duydum. Bir de sanırım herhangi bir sanat komisyonunda yer almak için bu komisyonda sanatçıların da bulunması gerekmez mi? Zira ben isimler içerisinde bir sanatçıya rastlamadım. İcracılar gördüm fakat sanatçı göremedim. 

 

Kaynak: Haber.sol.org.tr