Özerklik tartışmalarında röportajlarımız sürüyor. Hüseyin Aygün, İzzettin Önder ve Mustafa Türkeş'in ardından dördüncü konuğumuz eski Sayıştay Denetçisi ve Devlet Denetleme Kurulu eski üyesi Kadir Sev oldu. 

Avrupa Konseyi'nin "Yerel Yönetimler Özerklik Şartı", AKP'nin iktidara geldiği günden bu yana attığı adımlar ve özerklik tartışmalarının hukuki boyutu üzerine Sev'den aldığımız yanıtlar şöyle:

-Özerklik tartışmalarının hukuki boyutuna ilişkin değerlendirmelerinizle başlayalım isterseniz. Tartışmalarda "en demokratik biçim" şeklinde savunmalar da yapılıyor, aynı kanıda mısınız?

Değilim!.. Ülkelerin merkezden ya da yerinden yönetildiğine bakılarak demokrasileri arasında derecelendirme yapılamaz.

Yapılır diyenler; vatandaşların yerel meclislerde karar alma ve uygulama süreçlerine etkili biçimde katılabildiğini, böylelikle daha üstün bir demokrasi anlayışının egemen olduğunu öne sürüyorlar.

Bu sözlerin hiç kanıtı yok.

Hak ve özgürlüklerin önüne bunca engel konulmuşsa ya da sağlık, eğitim, tarım gibi hizmetler yanlış planlanıyor ve doğru dürüst yapılmıyorsa, bunun suçu ülkenin merkezden yönetiliyor oluşuna yıkılamaz.

İki nedenle:

Birincisi; merkezden yönetilince, yerelin sesine kulaklar tıkanmış olmuyor. Çünkü yerel ve ortak gereksinmelere ilişkin kararlar, o yörede yaşayanların seçtiği belediye meclislerinde alınıyor ve belediye yönetimlerince yaşama geçiriliyor. Yetki ve sorumluluğun yerel yönetimlere bırakıldığı alanlardaki olumsuzluklar için merkezden yönetim ilkesini kimse suçlayamaz. Kulakların tıkanmasının nedeni başka.

Bugün belediye meclisleri, ne kadar toprakları varsa, konut ve ticaret alanına dönüştürüp satıyor. Tek sorun parababalarına çıkar sağlamak olsa ona bile razı olacağız: rant yaratmak için kentleri öylesine sıkıştırıyorlar ki soluk alamaz, yaşayamaz olduk. Özerk olunca ne değişecek de vatandaşın sesine kulak verecekler?

İkinci neden çok önemli. Kapitalist sistemde, hangi ilkelerin demokrasi ve özgürlük kapsamında sayılıp, korunacağı; vatandaşın gereksinmelerinin neler olduğu; hizmetlerin hangi önceliklerle, ne tür yöntemlerle ve kimler eliyle gördürüleceği gibi kararlar, sermayenin isterleri doğrultusunda alınır. İster parlamentoda, ister belediye meclislerinde olsun, bu gerçek hiç değişmez.

Yerel yönetimler özerk olduğunda da değişmeyeceğini görmek zorundayız. Demokrasi arayanlar, önce kapitalist sistemi masaya yatırsalar iyi olur.

Uluslararası sermaye, güçsüz ve yerel egemenlik odaklarının isteklerine daha duyarlı olabilen, küçük idari otoritelerle iş yapmayı seviyor. Bizden, bu sevgilerini doyuracak değişiklikleri gerçekleştirebilmeleri için destek istiyorlar. Bütün tartışmaların, kavgaların altında yatan temel sorun, aslında bundan ibaret.

-Özerklik tartışmalarında Avrupa Konseyi'nin "Yerel Yönetimler Özerklik Şartı" hemen her gün siyasetçilerin gündeminde. HDP'liler bunun hayata geçmesini istiyor, CHP iktidara geldiğinde bu konudaki şerhi kaldıracağını ifade ediyor. Nedir bu Yerel Yönetimler Özerklik Şartı?

Avrupa Komisyonu, gerçek demokrasinin, yerel yönetimler eliyle yaşama geçirileceğini düşünüyor. 1985 yılında; “İdarede ademi merkeziyetçiliğe dayanan bir Avrupa oluşturulmasında önemli bir katkı sağlaması” için, özerklik şartı adını verdiği bir sözleşme hazırladı ve üye ülkelerin imzasına açtı.

Şartın 1. bölümünde 29 paragraf var. İmzalayan ülkeler bunların en az 20’sini kabul etmek zorunda. Ancak 12. maddede sayılan 10 paragrafın onaylanması zorunlu. Kalan 10’unu ise 19 paragraf arasından seçebiliyorsunuz.

Türkiye bu anlaşmayı 1988 yılında imzaladı; 1991 yılında çıkarılan 3723 sayılı Yasayla 9 paragrafına çekince konularak, kalanının onaylanması uygun görüldü. Süleyman Demirel’in başbakanlığındaki DYP-SHP Koalisyonu döneminde bakanlar kurulunca onaylanan sözleşme, 3.10.1992 günlü resmi gazetede yayımlandı.

Burada paragrafların ayrıntısına girmeye kalkarsak yorucu olur. Ama yine de küçük değinmelerle kısa bir tanıtım gerekiyor.

Yerel makamların yetkilerini, yasalarla çizilen sınırlar içinde, kendi sorumlulukları altında ve yerel nüfusun çıkarlarını gözeterek kullanacağı; yetkili organlarının eşit ve genel oya dayanan gizli seçimlerle belirleneceği; sorumluluklarıyla uyumlu mali kaynak özgüleneceği; ülke içinde ve dışındaki başka yerel yönetimlerle işbirliği yapabilecekleri gibi bir dizi kurala yer veriliyor.

Bu kurallarda pek bir şey yok. Demokratik özerklik isteyenleri ne denli tatmin eder bilemem ama yine de aralarında çetrefil kurallar yok değil.

Sözgelişi, 4. maddenin, çekince konulamayan 2. paragrafı, sanki bizim Anayasamızla öngörülen tekil devlet yapısıyla çelişiyor gibi. Aynen şöyle yazıyor; “Yerel yönetimler, kanun tarafından belirlenen sınırlar içerisinde, yetki alanlarının dışında bırakılmış olmayan veya başka herhangi bir makamın görevlendirilmemiş olduğu tüm konularda faaliyette bulunmak açısından tam takdir hakkına sahip olacaklardır.”

Anayasanın 90 maddesinde; usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası anlaşmaların anayasaya aykırılığı öne sürülemez, denilmese sorun olacak. Çünkü bu kural, açıkça yasaklanmayan ya da bir başka kuruma verilmemiş konularda yerel yönetimleri genel yetkili kılıyor.

Biraz da çekince konulan ve CHP’nin de çekincelerini kaldırmaya söz verdiği paragraflara değineyim.

Dördüncü maddenin 6 paragrafında; yerel yönetimleri doğrudan ilgilendiren bütün konularda görüşlerinin alınması öngörülüyor. Altıncı maddenin 1. paragrafında, yerel yönetimlerin başka yasalara aykırı olmamak koşuluyla kendi iç idari örgütlenmelerini kararlaştırmalarına olanak tanınıyor. Dokuzuncu maddesinin 4, 6 ve 7. paragraflarında, gerçek harcamaları artmışsa kaynaklarının da artırılmasını sağlayacak bir sistem geliştirilmesi; kaynak tahsislerinde görüşlerine başvurulması; hibeleri diledikleri alanlarda kullanmalarının engellenmemesi gibi zorunluluklar getiriliyor.

-Özerklik talebiyle birlikte gündeme gelen yerel yönetim yasasının AKP tarafından 2004 yılında Mecliste kabul edildiği ancak dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer engeline takıldığı biliniyor. 2004 yılındaki düzenlemelerin içeriğinde neler vardı, kısaca açmanız mümkün mü?

Kemal Derviş ile güçlendirilmiş DSP’nin büyük ortak olduğu Ecevit Başkanlığındaki koalisyon hükümetinin hakkını yemeyelim. Onlar da yerel yönetimlerin güçlendirilmesi için çaba harcadılar. 3 Ocak 2002 tarihinde; “Türkiye’de şeffaflığın artırılması ve kamuda etkin yönetimin geliştirilmesi eylem planı” yayımladılar. Planda şu sözler dikkat çekiyordu, özetle söylüyorum: Hizmet gerekleri açısından merkezden karşılanması zorunlu olmayan hizmetler yerel yönetimlere bırakılacak; mevzuat boşlukları ve yetersizlikler giderilerek şirket kurmaları özendirilecek; halkın yerel hizmetlere mali katkıda bulunması için yöntemler geliştirilecek...

AKP’ye şimdi gelebiliriz. Yerel yönetim reformunun temel ilkeleri, daha Abdullah Gül’ün başbakan olduğu 58. Hükümet Döneminde belirlenmişti. 3 Ocak 2003 tarihinde yayımlanan "Acil Eylem Planı"nda, yerel yönetimler için şöyle deniliyordu; “mahalli ve müşterek ihtiyaçlar çerçevesinde kendi kararlarını alan, kaynaklarını oluşturan, uygulayan ve vatandaşların denetimine açık çağdaş idari birimler…”

"Acil Eylem Planı"nda sözünü ettikleri her şeyi, bir eksiği ile, 2004 yılının Haziran ve Temmuz aylarında çıkardıkları şu üç yasa ile gerçekleştirdiler: Belediye, İl Özel İdaresi ve Kamu Yönetiminin Temel İlkeleri ve Yeniden Yapılandırılması hakkındaki yasa.

Eksik dediğim şey şu: Acil Eylem Planında, hazine arazilerinin belediye ve il özel idarelerine devredileceğinden söz ediliyordu, nedense böyle bir düzenlemeye yer vermediler.

Bu yasalarla getirilen düzenlemelere kısaca bir bakalım:

Başka yasalarda “münhasıran” yani özel olarak ve açıkça tanımlanıp merkezi yönetime bırakılmamış olan, mahalli ve müşterek nitelikteki hizmetlere ilişkin görev ve yetkiler, belediyelere bırakılıyordu.

İl Özel idarelerine neredeyse mali özerklik tanınıyor; merkezi yönetimin onayına bağlı olmaksızın, izin ve ruhsat vermek; yasak koymak, uygulamak; iç ve dış borç almak; özelleştirme yapmak gibi yetkilerle donatılıyordu.

Kamu Yönetiminin Temel İlkeleri ve Yeniden Yapılandırılması hakkındaki yasada da merkezi yönetimin görevleri tek tek sayılıyor. Bunun dışındakiler yerel yönetimlere bırakılarak merkezi hükümet, özel yetkili duruma düşürülüyordu. Ayrıca Maliye, Çalışma, Dışişleri, İçişleri ve Milli Savunma dışındaki bakanlıkların taşra örgütleri kapatılıyor, taşınır taşınmazları ile personeli, belediye ve il özel idarelerine devrediliyordu.

Ahmet Necdet Sezer, bu üç yasayı da yeniden görüşülmek üzere Meclise geri gönderdi. İl Özel İdaresi ile Belediye Yasaları yeniden görüşüldü ve Anayasa'ya aykırı olabileceğini düşündükleri kimi maddelerini ayıklayıp kabul ettiler. Cumhurbaşkanı bu iki yasayı onayladı ama bu kez de Anayasa Mahkemesi'ne başvurdu.

Başvuruda Belediye Yasasındaki 13 kuralın iptali isteniyordu. Mahkeme yalnızca; “okul öncesi eğitim kurumları açabilir” ve “ yasalarla başka kuruluşlara verilmeyen mahalli, müşterek nitelikteki diğer görev ve hizmetleri de yapar” kuralını iptal etti.

İl Özel İdaresi Yasasında da benzer bir durum oldu. Cumhurbaşkanı, Yasanın 19 kuralı için iptal başvurusunda bulunmuştu. Önemsiz iki kuralı iptal edildi.

Kamu Yönetiminin Temel İlkeleri yasası ise bir daha Meclisin gündemine getirilmedi. Ama daha sonra kimi kuralları torbalara konularak yasalaştırıldı.

Yukarıdaki soruyla bağlantılı olarak bir sorum daha var. 2004 yılındaki pakette yer alan hangi düzenlemeler hayata geçmiş durumda?

Torba yasalar, bilmeceye benziyor. Ortaya çıkmasını istemedikleri düzenlemeleri öyle gizliyorlar ki, torbanın içinden bulup çıkarmak hiç kolay olmuyor, kimilerini ancak uygulamaya kalktıklarında öğreniyoruz. Aklımda kalan iki örnekle yetineyim: Köy Hizmetleri, taşınır ve taşınmaz malları ile bütün personeli İl özel idarelerine devredilerek tasfiye edildi. Böylelikle yol, su, elektrik, kanalizasyon, toprak ve su kaynaklarını yönetme yetkisi yerel yönetimlere bırakıldı.

2011 yılında çıkarılan bir yasayla da Çocuk Esirgeme Kurumu'nun taşra örgütü il özel idarelerine devredildi.

Yetki ve görevler il özel idarelerine bırakıldı ama 2012 yılında çıkarılan bir yasayla, büyükşehir belediyesi olan yerlerdeki özel idareler kapatıldı. Yetki ve görevleri ile taşınır, taşınmaz malları çeşitli kurum ve kuruluşlar arasında paylaştırıldı.

Buraya kadar hep yerel yönetimlerin güçlendirilmesinden söz ettik. Oysa karşımızda merkezin güçlendirildiği örnekler de duruyor. Birçok bakanlık ve kuruluşa, imar planı yapma yetkisi verildi; Özelleştirme İdaresi, satışa hazırladığı taşınmazlar için imar planları yapıyor, belediyeler, resmi gazetede yayımlanınca öğreniyorlar. 2011 yılında çıkarılan KHK’larla, Maliye Bakanlığına bile imar planı yetkisi tanınmıştı. Neyse ki çok abarttıklarını düşünüp, bu yetkisini kaldırdılar.

-AKP'nin "yerel yönetimleri güçlendirmek" adı altında attığı adımlar sonrasında kamusal hizmetlerin çoğu patronlara devredildi. Bunun bir adım sonrasında eğitim, sağlık gibi hizmetlerin de tamamen devre dışı kalması tartışmaları var, tabii bir de bölgesel asgari ücret konusu. Bu bağlamda neler söylemek istersiniz?

Bu adamların, yerel yönetim güzellemesi yapmasına bakmayın. Yerinden yönetim, özerklik gibi kavramlar, tek başına ele aldığımızda, halkın kendini yönettiği bir sistemi anlatmıyor. Çünkü kamusal hizmetlerin çoğu ya özelleştirildi, ya da şirketleştirildi. İster yerinden, ister merkezden denilsin, vatandaş artık işletmenin yetkilisiyle muhatap ve piyasanın gerekleri işliyor.

Sağlık hizmetleri, 2011 yılında kurulmaya başlanan, kamu hastane kurumları adı verilen şirketlere devredildi. Bayındırlık ile Çevre ve Şehircilik gibi hizmetler, TOKİ ve onun uygun gördüğü parababalarının istekleri doğrultusunda planlanıp gerçekleştiriliyor. Su, gaz ve elektrik dağıtım hizmetleri özelleştirildi, özelleştirilmeyenler de şirket yapıldı.

Tarımsal sulamanın özelleştirilmesi ve yabancılaştırılması için gizliden gizliye yasal dönüşümler gerçekleştiriliyor. 2011 yılında çıkarılan Sulama Birlikleri Yasası bu konuda atılan adımlar içinde belki de en önemlisi. Yasayla, DSİ’nin yaptığı sulama tesislerinin hepsi, il özel idareleri ile ilişkisi koparılarak bu birliklere devredildi. Yönetimleri, bu işlerden hiç anlamayan çiftçilere bırakıldı. Kamu desteği kesildiği için çiftçiden aldıkları katılım paylarıyla yetinmek zorundalar. Çiftçiden alacaklarını tahsil etmede zorlanıyorlar. Bakım onarıma harcayacak para bulamadıkları gibi elektrik borçlarını bile ödeyemedikleri için pompaları çalışmıyor, tarlalar sulanamıyor.

Çıkardıkları Yasa, iç ve dış kuruluşlardan kredi almalarına, ortaklıklar kurmalarına olanak tanıyor. Şundan emin olalım: Çok yakında dünyanın dev tekelleri, tarımsal sulama işini ellerine geçirecek.

Dünya Bankası kredileriyle 1986 ve 1987 yıllarında; “Drenaj ve Tarla İçi Geliştirme” ve “Sulama Yönetimi ve Yatırımlarında Katılımcı Özelleştirme” adlı iki proje yürütülmüştü. Bütün bu gelişmeler, projenin meyvelerini vermeye başladığını gösteriyor.

Bölgesel asgari ücret sorusuna gelince: Yerinden yöneteceğim derseniz, yerel ve bölgesel politikalar uygulayacağınızı söylemiş olursunuz. Böylelikle; “bölgelerin gelişmişlik düzeyleri dikkate alınarak” gibi haklı bir gerekçeniz olur ve buna dayanarak bölgeler için farklı asgari ücret belirleyebilirsiniz. Zaten yıllardır, NUTS gibi projelerle, bir başka koldan bunun altyapısı hazırlanıyor. Yerel yönetim reformunun yan ürünü olarak hiç de fena bir kazanç değil.

Yarın: Şerafettin Halis soL'un özerklik sorularını yanıtladı

Özerklik röportaj dizisi -1 / Hüseyin Aygün: Kürt siyasi hareketinde ciddi bir Erdoğan sevicilik var

Özerklik röportaj dizisi -2 / İzzettin Önder: Küçük bölgeler emperyalist merkezler için avantajdır

Özerklik röportaj dizisi -3 / Mustafa Türkeş: Özerklik sorunu çözmez, dönüştürür

 

 

Kaynak: Haber.sol.org.tr