Samsun yakın geçmişe kadar tütün üretimi ve Tekel'in tütün fabrikasıyla özdeşleşmiş bir kentti. Kent merkezindeki fabrika binası 10 yıl önce restore edilerek bir AVM'ye dönüştürüldü, tarihini hatırlatacak hiçbir unsur bırakılmadı.

Geçtiğimiz sene 8 Mart'ta ressam Şeyda Gürsoy Çoban'ın bu binada açtığı "Kadın Elinde Tütün" sergisi, tarihi yeniden gün yüzüne çıkarıyor, binada çalışan kadın işçilerin yaşadıkları gerçekliği canlandırıyordu. Şu anda Düşevi Oyuncuları tarafından sahnelenen "Beyaz Atlı Prens, Büyüklere Masallar" oyunu da benzer bir hatırlatmada bulunuyor. Oyunun yazarı ve aynı zamanda oyunda rol alan Berceste Akgün ile Samsun'da tiyatroculuk, sahnelenen oyun ve dinselleşmenin sanat ve kadın üzerindeki etkisi üzerine söyleştik.

Samsun'da uzun yıllar çocuk oyunları yazdınız ve oynadınız. Genellikle ilk okullarda oynuyordunuz. Bu süreçteki gözlemlerinizden bahseder misiniz?

Benim çocuk tiyatrosu yaptığım yıllarda okulların çok amaçlı denilen salonlarında oynuyorduk. Bu salonlarda da sahne yükseltisi ya da ışıklandırma olmayabiliyordu. Bazı okullarda salon bile bulamayabiliyorduk, kantinde oynuyorduk. Okullarda bizim zamanımızda kadrolu hizmetliler vardı. Artık onlar yok çünkü okulların bütçesi yok. Sınıfların temizliğini bile veliler para toplayarak yaptırmak zorunda kalıyorlar. Okul idareleri de çocuk tiyatrolarına kapılarını açarak bazı giderleri karşılamaya çalışıyor. Tiyatro bir eğitim faaliyeti fakat aynı zamanda bir gelir kaynağı olarak görülüyor. Eğitimde özelleştirmenin sonucunda gelinen nokta bu. Tuvalet kokmayan okul yok gibidir... Kırsal değil şehir okullarından bahsediyorum. Okul idareleri ekonomik sorunları olmasa tiyatro oynanmasına izin vermezler çünkü bu aynı zamanda bir külfet. Daha önce okullar tiyatroları kendileri davet ederlerdi ve gelirden pay istemezlerdi. Son yıllarda okullarda oynamanın da güçleştirildiğini duyuyorum.

Çocuk tiyatrosu yaptığınız zamanlarda öğrencilerin ve öğretmenlerin gösterdiği ilgi nasıldı?

Çocuklar ailelerinden aldıkları harçlıkla geliyorlardı ve tiyatroyla ilk tanıştıkları yer okullar oluyordu. Harçlıklarını tiyatro için kullandıkları zaman kantinden başka şeyler alamıyorlardı, dolayısıyla bu onlar için büyük bir fedakarlıktı. O yüzden başka bir sorumluluk duyuyorduk. Çocukla o iletişimi kurmak zorundaydık. Tiyatroyu sevmesini istiyorduk ama aramızda birçok engel vardı. Okullar para için ayda bir etkinlik alıyorlardı, çok sık olduğundan bir doygunluk oluyordu, heyecanı kalmayabiliyordu. Her türlü zor koşula rağmen öğretmenlerin çabasıyla gerçekleşiyordu. Öğretmenlerin de ders saatinden ödün vermesi gerekiyordu. Okul idaresinin buna gelir gözüyle bakmasının öğretmene de olumsuz yansıması olabiliyordu. Devletin eğitime bakışı, okulların bütçelerinin olmaması, bunun çocuk tiyatrolarına yansıması bir zincirleme...

TEKELCİ KAPİTALİZM, ERİLLİĞİN İLKEL HALİ
"Beyaz Atlı Prens, Büyüklere Masallar" oyunu, sahnelenen ilk yetişkin oyununuz. Metni hazırlarken sizi güdüleyen, güç veren şey ne oldu? Türkiye'deki kadınların durumu etkili oldu mu?

Tabii oldu fakat yazarken 'kadınların sorunu ne' diye düşünmüyorsun, zaten her an sorunlarla karşı karşıyasın. Bir zihniyet problemi var. Eril zihniyetin bombardımanı altındasın. Metni yazarken güdüleyen iki şey vardı. Biri, cadıda ötekileştirilen anlam, diğeri, bu sosyoekonomik düzende gittikçe ilkelleşen eril zihniyet. Cadı semboliğinde ötekileştirilen, bastırılıp gizlenen neydi? Dişi prensipti. Tarihte tek tanrılı dinin baskısı altında Avrupa'daki pagan kadınlar doğayla iletişim kuran, bitkilerinden dilinden anlayan, bilge, iyileştirici kadınlar cadı, büyücü denilerek yakıldı. Ekonomik ilişkiler değişince çok tanrılı dinlerden tek tanrılı dinlere geçildi ve inanç sistemi eril zihniyet lehine değişti. Tek tanrılılık, doğaya egemen olmayı gerektirdi. Günümüze geldiğimizde tekelci kapitalizm ve emperyalist düzende bu erilliğin en ilkelleşmiş haliyle karşı karşıyayız. Kurduğu medeniyete de düşman bir ilkellik.

Oyunda iki halka var. Dıştaki halka, eskinin Tekel fabrikası olan binanın alışveriş merkezi olarak kuruluşu ve orada bir çocuk tiyatrosunun kapatılmayla karşı karşıya gelişi. İçerideki halka, bu çocuk tiyatrosunda oynanan pamuk prenses ve yedi cücler çocuk oyunu. Bu peri masalındaki cadı semboliğinde ötekileştirilen şifacı kadın, tiyatrosunu ve ağacını korumaya çalışan oyuncunun kişiliğinde gerçek anlamına kavuşuyor.

Oyuna kapalı bir anlatım hakimdi ve cevapsız bırakılan sorular vardı. Bu yolla amaçladığın seyirciyi sorgulamaya itmek miydi?

Oyunda her şeyin cevabını vermek didaktik bir anlatıma neden oluyor. Ama oyuna hakim olan kapalı anlatım içinde hep bir gönderme var. 'Oyun mu bizi oynuyor?' sorusu etrafında şekillenen bir gerilim var. Masalı tekrar oynamaya başladığında gerçek miyiz diye sorgulayan karakterler, kimlik bunalımına giriyor ve kendilerine yabancılaşıyorlar. Burada işaret etmek istediğim, bize dayatılan politikalar ve uyum sağlamamız beklenen düzendi. Sana dayatılan senaryoya boyun eğdiğinden kurgudan farkın kalmıyor. İnsanlaşma nereden başlıyor? Oynanan oyunun farkına vardığın ve başkaldırdığın noktada başlıyor. Bugün bize insanlaşmayın diyen bir düzen var. Diyanetin enseste dair fetvası gündeme geldiğinde dehşete düşmüştüm. Ensest yasağı medeniyetin temelidir. Bu sorgulama derin bir medeniyet düşmanlığını sembolize ediyor. Giderek sembolleşen bir gerçekler dünyasında yaşıyoruz. AVM olan Tekel binası üretimden tüketime geçişi sembolize eden bir sanat eseri gibi önümüzde duruyor. Tüm bu semboller oyunu yazarken çıkış noktası oldu.

Tiyatro için "gerçeğin peşine düşmenin, gerçek olana bir adım daha yaklaşmanın bir yoludur" denir. Öte yandan tiyatronun sadece entelektüel bir kesime hitap ettiği yönünde de görüşler var. Seyircilerden genelde gerçeği arayan kişiler oluyor mu? Nasıl tepkiler alıyorsunuz?

Tiyatro seyircisi sinema seyircisinden farklıdır. Seyirciyle iletişim kurmak zorundasın. Seyirciden zaman zaman anlatımın kapalı olmasına dair eleştiri alıyorum. Sorunuzdaki gerçeğe yaklaşmak dediğiniz durum, bizim içine doğduğumuz ve hep aşina olduğumuz gerçek denilen duruma mesafe alabilmekle ilgili. Sanat işte bu mesafedir. Anlayabilmek için. Kendimizle ve birbirimizle, doğayla daha sağlıklı ilişkiler kurabilmek için. Sanatın iyileştirici gücü farkındalık kazandırmasından ileri geliyor. Gerçek olanın anlaşılabilmesi için aşinalığın kırılması gerekir. Bu da biraz soyutlamayı gerektiriyor. Seyirci metinlerarası göndermeleri anlasın anlamasın hiç önemli değil ama ona sahnedeki durumu hissettirebilmek çok önemli, metnin yazılış amacını hissettirebilmek, önemli olan bu.

Sizce sanat ile emekçiler arasında nasıl bir ilişki kurulmalı?

Sanat farkındalık yaratır. Emekçiler içinde yaşadıkları gerçeğin farkında değiller mi? Belki bizden daha fazla farkındalar. Ancak sanatsal faaliyetlere katılım gösterebilmelerine ekonomik koşullar engel oluyor. İnsanların öncelikle karınlarını doyurmaları, temel insani ihtiyaçlarını karşılamaları gerekiyor. Düşünün, eğitim hizmeti alamayan emekçiler imkansızlıktan çocuklarını sübyan mekteplerine veriyorlar... Her şey gelip dayanıyor sistem sorununa. O yüzden emekçilerin başını kaldırması için insanca bir yaşama kavuşması lazım. 

GERİCİLİK GERGEANLAŞTIRIYOR
Dinselleşmenin kadınları toplumsal yaşantıdan silmeye çalıştığına şahit oluyoruz. Kadınların sanattaki rolü ise bu baskıya önemli bir meydan okuma. Gericilik sanata ne şekilde saldırıyor? Sizce buna neden ihtiyaç duyuyor?

Sanatın sağaltıcı bir yanı var. Sistem bunu ister mi? Gericiler bunu ister mi? Gerçeğe mesafe alarak onu anlamaya, kendimizle ve birbirimizle daha sağlıklı ilişkiler kurmaya çalışıyoruz. Sistem, gericilik bunu istemiyor. Batı'da da artık özel sektör, burjuva dedikleri kesim sanattan desteğini çekiyor. Küresel çapta sanatta küçülme var. Dinselleşme, yeni Ortaçağ küresel çapta kendini gösteriyor. Sistem düşünmeyen, sorgulamayan, gerçeği merak etmeyen tek tip insan istiyor. Tabii ki sanata düşman olacak. Sanat şaşırmakla ilgili, bir çocuk merakıyla gerçeğe yaklaştıran bir faaliyet. Gericilik gerçeğe yaklaşmanı istemediği için sanata saldırıyor. Aynı nedenle kadınları da kontrol altına almak istiyor.

Geçtiğimiz haftalarda Gericiliğe Karşı Aydınlanma Hareketi adıyla aydınlar bir deklarasyonda bulundular. Sizce aydınlanma mücadelesinde kadınlar nasıl bir rol oynamalı?

Çok uyanık olunmalı. Bu zihniyet meselesi çok önemli. Son günlerde Ionesco'nun Gergedan oyununu çok düşünüyorum. Yazarın toplumsal-tarihsel içerikli birkaç oyunundan biri. Bir kasabada insanlar gergedan olmaya başlar. Bulaşıcı bir hastalık gibi. Gergedanlaşmaya karşı uyanık olmamız lazım. Savaştığımız gericiliğin kullandığı gerici zihniyet ifadelerine kendi içimizde de rastlıyoruz, bu bir çeşit gergedanlaşma. İlkelleşmemeliyiz aydınlanmayı savunurken gericileşmemeliyiz. Biz kadınlar için bu olmak ya da olmamak meselesi. Aydınlanma mücadelesi verenlere destek vermeliyiz, kadınlar daha fazla üretken olmalı ve bu ilkel zihniyete karşı sizin gibi örgütlenmeliler. 

Gergedan oyununun sonunda, kasabada gergedanlaşmayan bir tek kişi kalır. Aynaya bakar ve çoğunluk gergedanken insanlığına yabancılaşır. İnsan yüzüne bakıp sen bir canavarsın der önce. Sonra "bütün dünyaya karşı kendimi savunacağım, ben son insanım, sonuna kadar öyle kalacağım. Boyun eğmiyorum" der ve oyun böyle biter.

Kadın olarak oyun hazırlama aşamasında zorluk çektiniz mi?

Zorluk değil aksine çok doğru bir adresteydim. Bana oyun yazmamı teklif eden Düşevi Oyuncuları ve genel sanat yönetmeni Cem Kaynar’dı. Bu konuda güven duydular ve sorumluluk verdiler. Zaten Samsun'da bu anlamda Düşevi Oyuncuları Tiyatrosu'nun çok ayrı bir yeri var. Repertuarına baktığınızda fark edeceğiniz gibi, özgün oyunlar yazdırması ve çoğunlukla kadınların ön planda olduğu oyunları tercih etmesi açısından.


Kaynak: Haber.sol.org.tr