ABD’de bu yıl yapılacak başkanlık seçimleri için gerçekleştirilen önseçimler sürüyor. Cumhuriyetçi Parti’de Donald Trump önde giderken Trump’ın karşısındaki adayların sayısı da azalıyor. Trump zaferini engellemek için, üçüncü sırada olduğu netleşen Marco Rubio’dan adaylığını bırakması ve Trump karşısında birleşilmesi isteniyor.

Demokrat Parti’de ise Hillary Clinton’ın seçilmesi büyük olasılık gibi görünse de, Clinton’a karşı aday olan “demokratik sosyalist” Bernie Sanders, Clinton’ı zorlamayı sürdürüyor. Son olarak Clinton’ın anketlerde önde görüldüğü Michigan’da önseçimi kazanan Sanders, Clinton ile arasındaki farkın kapanmakta olduğunu iddia ediyor.

Seçimleri kimin kazanacağından bağımsız olarak, aday profili ABD siyasetinin yeni arayışlarda olduğuna işaret ediyor. Trump ve Sanders’ın adaylığının aldığı destek, ülkenin eskisi gibi yönetilmesinin zorluklarına işaret ederken, ABD’de “düzeni” temsil eden adaylar da, ülkenin bölünmüşlüğüyle karşı karşıya. ABD’de uzun süredir görünmeyen kimi kutuplaşmalar, Avrupa’da yükselmekte olan “popülist sağın” ve “yeni” sosyal demokrasinin bazı yönlerinin ABD’ye de sıçradığını gösteriyor. Adayların “gerçek dışı” görülen kimi yanları, ABD’nin içeride ve dışarıdaki ihtiyaçlarına karşılık geliyor. ABD medyasının seçimi apolitikleştirme çabasına rağmen, ABD halkı ülkenin geleceğini tartışıyor.

DONALD TRUMP DELİ Mİ?
Cumhuriyetçi Parti’nin ön sıradaki adayı olan Donald Trump, sıradışı kişiliğiyle ve tuhaf açıklamalarıyla ön plana çıkartılıyor.

Eğlence sektörünün bir uzantısıymış gibi gösterilmeye çalışılan Trump’ın aldığı desteği bu yaklaşımla açıklamak mümkün değil. Aldığı desteğin büyük bölümü yoksullardan geldiği bilinen Trump, esasında alışıldık popülist sağ siyasetten başka bir şey yapmıyor. Avrupa’da uzun süredir yükselişte olan popülist sağ figürlere benzeyen Trump, aynı zamanda söylemleriyle siyasi yelpazeyi genişleterek, diğer adayların oyun alanını da genişletiyor.

İşkenceden suikasta, hemen her şeyi meşru gören Trump, önceki ABD başkanlarının aksine ülkenin faaliyetlerinin arkasında durabilecek bir lider figürü çiziyor. Ülke içerisinde daha sert bir yönetim olacağını açıkça söyleyen Trump, dış siyasette de yeni açılımlar vadediyor.

ABD’nin Avrupa’yı korumaktan vazgeçmesi gerektiğini söyleyen aday, Rusya ile yakın ilişkiler kurmak istediğini belirtiyor. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin tarafından da desteklenen Trump, Putin ve benzeri liderleri “iş yapılabilir” kişiler olarak gördüğünü bildirerek, şimdikinden de ilkesiz, tamamen pragmatizm üzerine kurulu bir dış siyaset kurguluyor.

Bu durum ilk bakışta ABD için bir “avantaj” olarak görülse de, Trump’ın politikasının diğer yönüyle yeni dünyayı kabullenmek olduğunu da söyleyebiliriz. Tek güç olma statüsü zayıflayan ve dünya siyasetini yönlendirme yeteneğini kaybetmesi gerçek bir olasılık haline gelen ABD, mevcut güçlerle anlaşabilecek ve yeni durumlara uyum sağlayabilecek esnekliği kazanmaya ihtiyaç duyuyor.

Benzer biçimde Trump’ın Çin’e karşı korumacı iktisadi politikalar izlemeyi savunması da bu kabullenişe denk düşüyor. Bir adım ileriye giderek mevcut ABD Başkanı Barack Obama’nın son yıllarında da bu siyasetin izlerini görmeye başladığımızı söyleyebiliriz. Örneğin, Obama’nın ABD’nin en büyük düşmanları olan İran ve Küba ile anlaşmaya çalışma çabası, esasında ABD’nin Latin Amerika ve Ortadoğu’daki yetersizliklerinin sonuçlarıydı.

Bu durumda Trump’tan daha az gerçekçi olan aday, eski Cumhuriyetçi politikaları sürdüreceğini söyleyen Ted Cruz oluyor. Cruz her ne kadar “makul” isimmiş gibi gösterilmeye çalışılsa da, önerdiği politikalar bugünün ABD’si için yetersiz kalıyor.

Cruz’un içeride Trump kadar destek alamamasının sebebiyse kürtaj karşıtlığı gibi ABD siyasetini normalde meşgul eden meselelerin eskisi kadar ilgi çekmemesi. Cruz hâlâ bu konuları ön plana çıkartırken; Trump, vergi politikasında radikal bir değişime gidileceğini ve “orta sınıf” ile yoksullardan alınan verginin azaltılacağını söylüyor.

Zenginlerin “neredeyse hiç” vergi ödemediğini söyleyen Trump, bu insanların bir kısmının kendi dostları olduğunu ancak artık vergiden kaçmamaları gerektiğini belirtiyor. Trump, vergi kanunlarını basitleştireceğini, kaçınılması mümkün olmayan bir biçimde şirketlerden %15 vergi alınacağını söylüyor.

Trump’ın önerdiği politikalar, muhafazakâr ABD sermayesinin ülkeyi yönetmek için değişime ihtiyaç duyduğunu da gösteriyor.

SANDERS VE 'SOSYALİZM'
Demokrat Parti’nin adayı olmak için Hillary Clinton’a karşı yarışan Bernie Sanders, kendisini “demokratik sosyalist” olarak tanımlıyor. Söylemlerinde “%1” karşısında halkı savunacağını belirten Sanders, haftada 40 saat çalışan bir insanın geçinebilmesi, sağlık sisteminin herkesi kapsaması gerektiği gibi söylemler kullanıyor.

Hillary Clinton’ın 1220 delegesine karşılık, yalnızca 571 delegenin desteğini alabilen Sanders’ın, Demokrat Parti’nin adayı olması zor görünüyor. Ancak Clinton’ın delegelerinin 472’sinin önseçimlerde belirlenmeyen, parti içerisindeki konumları sebebiyle istediğini destekleyebilen “süper delegeler” olması, Sanders ve Clinton arasındaki farkın düşünüldüğünden daha az olduğunu gösteriyor.

Partinin tercihinin Sanders önseçimleri kazandıktan sonra, Clinton’ın süper delegelerin oyuyla öne geçmesi olmayacağı ise açık.

Büyük şirketlere karşı olduğunu söyleyen ve “radikalleşmiş” grupların desteğini almayı amaçlayan Sanders’ın görevinin, düzen dışına çıkan unsurları yeniden Demokrat Parti seçmenleri haline getirmek olduğu kimileri tarafından öne sürülüyor.

Sanders’ın önseçimi kazanamaması halinde Clinton’ı destekleyeceğini belirtmesi bu iddianın gerçeklik payını güçlendirse de, süreçte bundan fazlası olduğunu da görmek gerekiyor.

Örneğin, Sanders büyük çoğunlukla beyazlardan destek alıyor. Time’da yer alan 16 Şubat tarihli bir yazıda siyah seçmenin Sanders’ı “tanımadığı” ve bu sebeple bildikleri bir isim olan Clinton’a oy verdikleri söyleniyor. Irkçılık ve eşitsizlikten en çok etkilenen grubun “düzenin adayı” olan Clinton’a oy veriyor olması ilginç görünse de, ABD medyasının Sanders’a çok az yer vermesi durumu biraz daha anlaşılır kılıyor.

Bunun yanı sıra, Sanders söylemlerinde ırk sorununa çok az değiniyor. Clinton ise siyahların çoğunlukta olduğu eyaletlerde, neredeyse tamamen siyahların sorunlarından bahsederek siyaset yapıyor. Time’da yer alan yazıda, kimi zaman Sanders’ın konuşmalarının “oyları kazanmak için değil, oy kaybetmek için” yazılmış gibi durduğu söyleniyor.

ABD siyaseti için “radikal” bir isim sayılan Sanders’ın, Avrupa’da görülen sosyal demokratlardan pek de farkı yok. Sanders, bu anlamıyla “radikalleşmiş gruplar” dışında sermayenin kimi kesimlerini de temsil ediyor.

Üniversite eğitiminin daha ulaşılabilir olması, insanların aldıkları maaşla yaşayabilmeleri, sağlık hizmetinin herkesi kapsaması, ABD halkı için “hayal” olsa da, ülkedeki ayrımlar bunların sermaye için verilmesi gereken tavizler olmaya başladığı izlenimini de uyandırıyor.

Uzun süredir işçi hareketinin zayıf olduğu ABD’de, bir yandan asgari ücretin artması için örgütlenme artarken, diğer yandan da ırklar arasındaki eşitsizlik gerilimleri yükseltiyor. ABD’de polis şiddetine karşı artan eylemliliğin, diğer toplumsal hareketlerle buluşmaya başladığı görülüyor.

ABD siyaseti ise bu talepleri giderebilecek bir araçtan yoksun. Sanders’ın ABD siyasetine önerdiği politikalar, burjuvazinin yönetmek için baskı dışındaki araçlara da ihtiyaç duymaya başladığını gösteriyor.

Sanders seçimi kazanamasa bile, “düzen dışı” gruplara, “radikal” taleplerinin adresi olarak Demokratik Parti gösterilmiş oluyor.

* Boyun Eğme dergisinin 23. sayısında yayımlanmıştır.

 


Kaynak: Haber.sol.org.tr