Uluslararası PEN tarafından Diyarbakır'da düzenlenen "Barış, Nasıl ve Kimin İçin" konferansında konuşan Türkiye PEN Merkezi Başkanı ve Cumhuriyet Gazetesi yazarı Zeynep Oral, "Tüm silahları bırakıp, sorunları demokratik siyasetle çözmek üzere  tek yol diyalog  olduğunu kavramak için daha ne bekliyoruz?" diye sordu.

Zeynep Oral'ın konuşması şöyle:

Burada bu konuşmayı Dünya Yazarlar Birliği PEN Türkiye Merkezi Başkanı olarak yapmam gerekiyor. Ancak  ben ayni zamanda neredeyse 50 yıllık bir gazeteciyim. Toplumsal cinsiyet bilincinde bir kadınım. Anneyim. 7 torun sahibi  bir büyük anneyim. Sayısız STK'nın kurucusuyum.  Birçok insan hakları ve barış girişiminin eylemcisiyim.  Önce insanım . Yani PEN Türkiye başkanından çok , önce insan olarak,  bugüne dek  yazdığım ve söylediğim her sözcüğün arkasında duran vicdan sahibi bir insan olarak konuşacağım.

70'li yıllarda  Güneydoğu'ya, bu coğrafyaya,  gazeteye  dizi yazılar yapmak için geldiğimde, kimi yerlerde ilkokul da Türkçe öğrenen  çocuklarının çevirmenliği aracılığıyla anlaşabilirdim.   Oysa dil insanın evidir.  Ama gazeteye  Kürtçe konuşulduğunu yazamazdık, yasaktı , "yöresel dillerini" konuşuyorlar demek zorunda kalırdım. Çok acıydı.

80'lerin ilk yarısında  12 Eylül faşist vahşeti,  Türklerin ve  Kürtlerin üzerinden silindir  gibi geçerken, artık sadece hapistekiler için, yalnız değilsiniz demek için  yazı yazar olmuştum. İnsanlar ölüyordu işkencede, baskınlarda...  Cezaevinde,  bir sese, bir selama  hasret yaşarlarken direnişleriyle yeniden hayatı yaratıyorlardı genç insanlar. (Toplantı sonunda eğer zamanımız kalırsa sizlere  "2 paket sigara" başlıklı öykümü anlatırım... )

Ve o yıllarda da   yine buralardaydım. Kasrı Kanco' da , Harran'da  Nusaybin ve Van'da konuktum..  Çocuklar  saklambaç oynarken bilirsiniz: "Önüm arkam sağım solum sobe! Saklanmayan ebe..." der ya...  Ama Hakkari'de saklambaç oynayan çocuklar şöyle diyordu "Önüm arkam ssağım solum Sobe! Korucu polis asker olmayan ebe!!!"

1988 Ağustos'unda Saddam'dan kaçanlara Irak  sınırını  açtığımızda, Çukurca Uludere arasına   yayılan yüz binlerin arasındaydım.  Komşunun Kürtleri "iyi" Kürtlerdi onlardan söz edebilirdik... 60 yılda yapılamayanın 6 günde gerçekleştirildiği kamplardaydım: Silopi'de, Habur kapısında , Yüksekova'da, Uzunsırtta...

90'larda  faili meçhul olmayan ama faili meçhuller denilen katliamlarla, zorunlu göçler , köy yakmalar ve  boşaltmalarla, şiddetin  özellikle tırmandırıldığına tanıktım.    Ölümler baskılar katliamlar çoğaldı. Çiller'in deyişiyle "vatan için öldürenler" kuşattı  ülkeyi.

Cumartesi anneleriyle,  "kaybolan çocukları" ararken, Diyarbakır'da kurulan "Kamer'le-  ne acıdır ki Kürt ellerinde pek de dillendirilmeyen kadına karşı şiddetin peşine düştük... Şiddet,  sadece Türk Kürt arasında değil , kadın-erkek arasında da egemen kılınmıştı.  Erkek egemen  Feodal ilişkilerin  kadınlara  ödettiği çok ağır bedeli yerinde incelemek üzere  kah kadın intiharlarının ard arda geldiği Bartın'daydım, kah Diyarbakır'da...

Benim özel tarihimde 2000'li yıllara böyle geldik.  Hayır yıl be yıl ayrıntılara girmeyeceğim.  Şunu söyleyeceğim: Bugün geldiğimiz nokta 90'lardan da daha korkunç!

Baştan itiraf etmeliyim: Ben birçokları gibi  "kandırıldık", oyuna getirildik, paralelin kurbanı olduk vb demeyeceğim.  'Yetmez ama Evet'çilerin bu ülkeye  en büyük zararı verenler olduğuna inananlardanım.

Erdoğan ve hükümetinin söylediği bir çok şeye ilk günden itibaren inanmadığım gibi  "Barış sürecinde" de samimi olduğuna hiçbir zaman inanmadım.

Ancak yine de: hiç olmazsa 2013' de Diyarbakır'da Nevroz deklarasyonuyla  başlayarak iki yıllık bir diyalog sürecinde ölümler azaldı. Sorunların silahtan  ve şiddetten arındırılarak siyasi bir çözüme kavuşturulması konusunda  önemli  adımlar atıldı. Ya da atılmış MIŞ  GİBİ yapıldı. 28 Şubat 2015 tarihinde, Dolmabahçe'deki Başbakanlık Ofisi'nde Çözüm Süreci'nin tarafları ilk kez kameralar karşısında ortak bir açıklama yaptılar.

Sonrasını hepiniz biliyorsunuz.   2015 Haziran seçimlerinde HDP'nin  , Demirtaş liderliğinde barajı aşması...Hükümetin kurulmaması için özel çabalar... Patlayan bombalar... İkinci seçim...  O gün bugün  şiddetin kentlere inmesi yayılması...

Operasyonlar... 7 il, 22 ilçede çok uzun süren, ucu açık sokağa çıkma yasakları ...  1.5 milyon insanın bu yasaklardan etkilenmesi;  temel  insani yaşama koşullarından yoksun bırakılmaları...  16 Ağustos 2015 ile 20 Nisan 2016 arasında   338 sivilin  yaşamını yitirmesi (Bunların 78'i  çocuk, 69 u kadın, 30 u 60 yaş üzerinde- İnsan Hakları Vakfı)

Sonuçta ülke bir kan gölüne dönüştü.

Adlarının başına gelen  tanımlama  gerilla, terörist, şehit, sivil, asker, polis ne olursa olsun  öldürülen binlerce gencin, (ki- dikkat etmişsinizdir mutlaka:  hepsi yoksul evlerin çocukları) acısı ve ateşi inanın aileleri  için birbirinden hiç de farklı değil!  ... Benim için de öyle!

Savaşa karar verenlerin , şiddeti, çatışmayı savunanların, ya kendi çocukları yok ya da kendi çocuklarının asla  savaşa gitmeyeceklerini bilmenin rahatlığı ve güvencesi içindeler!

2015'deki her iki seçimde de oyunu HDP'ye vermiş bir vatandaş olarak;   HDP'nin  siyaset yapmasının engellenmesi.... Çatışan farklı taraflarca  engellenmesi  beni en kahreden noktalardan biri... Keşke Meclis'te herkes cümlelerinin ağırlığını koyarak bir şeyler yapabilse. Oysa gördüğümüz kadarıyla bu da engelleniyor ve barış girişimleri yok sayılıyor.... İkincisi ise,  Söz ve siyaset alanının fazlasıyla daralıp yerini  şiddete bombalara bırakması...

Anlıyorum savaş tek başına yürütülmüyor, inanın bazen ben bile olayları değerlendirirken bir sonraki anın şaşkınlığını daha düşüncemi ifade etmeden yaşayabiliyorum.

Son zamanlara dek,  sorunların siyasetle  çözülebileceğine inanç vardı ...  Sorunların Türkiye içinde çözülebileceğine  dair umut vardı... Orta Doğu'da  süregelen savaş,  bu inanç ve umudu  altüst etti. Öyle ki orada yalnızca bu bölgenin insanları savaşmıyor, izler birbirine karışıyor. Emperyal güçlerin her birinin kendi hesapları içinde Ortadoğu'da akan kanın hesabı , bölge insanından diyetle sorulmaya çalışılıyor.

Son  zamanlara kadar süregelen uzlaşma çabalarını üstlenmiş STK'ların giderek  korkarak, korkutularak ,  geri çekilmeleri...  Siyaset alanından toplumsal alana inen kin ve nefret tohumlarının körüklenmesi... Barış umudunun giderek cılızlaşması...

İçinde yaşadığımız bu korkunç gidişata dur demek için   bugün bir aradayız. Düşünce üretmeye, yollar, yöntemler aramaya çalışacağız. Çünkü biliyoruz ki,  bu kıyımlarla, bu bombalar, bu katliamlarla devam edemeyiz.

Oysa...  Hayat devam ediyor evet ama başka bir dünya, yani barış içindeki bir dünyada yaşamamız da mümkün. Özgürlük bedel istiyor  ama nereye kadar...

Yıllardır süregelen  bu şiddettin, bu katliamların.... Hapse tıkılan, işkence gören  nice gazeteci,  yazar, siyasetçi ve seçilmişin... Boşaltılmış, yakılmış bunca köy ve  kasabanın;  silah deposuna dönüştürülmüş kentlerin... Bugüne dek hiç bir sorunu çözmediğini anlamamız için  daha ne kadar ölüm, ne kadar tahribat  ve yıkım gerekli?

Tüm silahları bırakıp , sorunları demokratik siyasetle çözmek üzere  tek yol diyalog  olduğunu kavramak için daha ne bekliyoruz?

Kanla sulanan bir ülke istemediğimizi  şimdi değilse ne zaman haykıracağız?!  Gördük ki   ne devletin şiddeti, ne de   şiddetin terörü, sorunu çözmüyor, tersine   yeni sorunlar üretiyor.

Bir gün elbet silahlar susacak. Öyle ya da böyle susacak.  Belki beş, belki on yıl sonra ... Oysa neden şimdi değil?   Neden hemen şimdi değil ? Bu ülkede yaşayan her insanın bu soruyu kendisine sorması gerek!

Her birimiz kendimizi  bu ülkeden hatta bütün ülkelerden, insandan  sorumlu hissettiğimiz için bugün Diyarbakır'da buluşuyoruz. Bireysel sorumluluğumuzu , vatandaşlık görevimizi yerine getirmek için... İnsan olduğumuz için...  Buradan sesimizin duyulmasını ve Barış isteğimizi bir kez daha duyurmak istiyoruz.

Kaynak: Cumhuriyet.com.tr