Kimsesiz iki gencin bu tekinsiz âlemde hayatta kalma çabalarını anlatan “Koca Dünya” ile 29. Tokyo Film Festivali’nde yarışan Reha Erdem, dün gerçekleşen ilk gösterimin ardından sahnedeydi. Erdem, yapımcısı, sanat yönetmeni ve kadim dostu Ömer Atay ile seyircilerin sorularını yanıtladı. Önceki filmleriyle festivalin gediklisi olan Erdem’i yakından tanıyan izleyici “Jin” ve “Şarkı Söyleyen Kadınlar”ın ardından neden yine ormanı seçtiğini sordu. Erdem’in cevabı “Şehirlerden korkuyorum” oldu. Venedik ve Adana’da ödüller ve övgülerle baştacı edilen Erdem, juri üyesi olduğu Mumbai Film Festivali’den ayağının tozuyla Tokyo’ya gitti. Erdem tüm bu koşturmacanın içinde sohbetimiz için bize zaman ayırdı. Erdem ile “Koca Dünya” üzerine konuştuk.

- Neden şehirden korkuyorsunuz?

Şehirlerden korkuyorum ama Tokyo hariç! Burayı seviyorum çünkü yeniçağ anlayışı, modernlik ve gelenek iç içe. İnsanların birbirlerine davranışı, incelikleri beni büyülüyor. Saygılı ve hoşgörülü bir kültür.

- Ozu gibi üstatlarla Japon sinemasına olan hayranlık da var değil mi?

Elbette. Ayrıca yine bayıldığım ve bütün filmlerine internet çağı sayesinde ulaştığım Mikio Naruse var. 1940’lardan 60’lara kadar son derece incelikli filmler yapmış, ‘kadıncı’ bir yönetmen. Bir filminde erkekler ya terk ediyorlar ya da ölüyorlar yani yoklar. Filmin sonunda üç kuşaktan kadın biraraya geldiklerinde, en yaşlısı “Her haltı yerler bir de erken ölüp bu dünyayı başımıza bırakırlar” diyor...

- “Koca Dünya”ya gelirsek, çıkış noktası neydi?

Dertlerimden çıkıyor herhalde. Bilemiyorum ki bunlar neler, bilsem belki zaten dert olmaktan çıkarlar. Bu bir karışıklığın filmi daha çok. Çıkış noktası burası. Kuşak karışıklıkları, yatay karışıklıklar. Tıpkı içinde yaşadığımız dünya gibi. Herkes köklerini, anne, babasını arıyor karmaşanın içinde. Hep bir köksüzlük durumu var. Köksüzlük yani, bir yere ait olamamak duygusu.

- Filmdeki “Korkmuyorum, yalnız kaldım” repliği çok etkileyici! Yine köksüzlük ve aidiyet duygusuna geliyoruz.

Benim için önemli bir söz o. Aslında kız daha az korkuyor. Bu da çektiği acılarla ve yaşadıklarıyla birlikte kendini bırakmasına, rasyonelden çıkmasına yol açıyor. Oğlanın o noktaya gelmesi ve kızla buluşması biraz daha zaman alıyor. Yani oğlan ormanı kaçırıyor aslında. Bunları düşünerek yazmadım filmi, konu açıldığı için şimdi manalandırıyorum.

- Bir nevi içinde yaşadığımız dünya değil mi?

Türkiye’nin durumu filmdeki hastane kapısında beklemek gibi, kaybedecek miyiz yoksa kurtulacak mı, bilemiyoruz. Bir nevi araftayız ama maalesef dünya hali böyle. Sadece bizde yaşanmıyor.

- Zaten çocukların kaçtığı orman tehlikelerine rağmen daha huzurlu geliyor insana.

Dış dünya yani kasaba veya şehir sanki Türkiye’nin ta kendisi! Kızın başına gelenler, amca dayı veya sevgili durumları hepsi iç içe geçmiş meseleler. Neyin ne olduğu belli değil. Öte yandan bir aile evi görüyoruz, hayli karanlık. Şehirdeki ev, ormandaki evden daha korkutucu. Ormanda korku da olsa sonuçta huzur var. Burası bir tür ‘düşler ormanı’ diyelim. Savunmasız, olduğu gibi yaşayabiliyorlar. Bu dünya öyle değil.

- Filmde küçük bir kız çocuğu acılı şarkılar söylüyor örneğin.

Evet, dokuz yaşlarındaki küçücük bir kız çocuğu bıçkın erkek ağzından aşk şarkısı söylüyor. Küçük Ceylan’ın bir şarkısı bu. Bir zamanlar o da bu yaşlarda söylüyordu ve tek değildi. Bunun altına ne koyursanız koyun, inanılmaz tuhaf bir şey sonuçta.

- Âlemi sadece kameralarla değil ruhumuzla takip ediyoruz demiştiniz, sette her an her şey değişebiliyor mu?

Elbette. Filmi bir coğrafyaya yatırıp içine doldurduğunuz figürlerle yeni bir evren oluşturuyorsunuz. Bunu yaparken de hayatın akışkanlığına ne kadar çok ayak uydurmaya çalışırsanız, onun size sunduğu sürprizleri kaçırmamış olursunuz. Evde yazdığınıza hayat katmanın en eğlenceli, aynı zamanda en tedirgin edici ve yorucu tarafı da bu. Öyle düşündüm aynısını çekeyim olmuyor. Benim için yönetmenlik böyle bir şey zaten, sadece yazmak değil. Hayatta anlık karşılaştırdıklarınla biriktirdiklerini karıştırmak. Esas mesele bu tekinsiz yolda.

Kaynak: Cumhuriyet.com.tr