Çocuk sahibi olmak için evlat edinme yolunu seçen bir çiftin çevre baskısından çekindikleri için sanki gerçek bir doğum yapmış olduklarını kanıtlamak istercesine bir aile albümü oluşturmaya çalıştıkları film Mehmet Can Mertoğlu’nun ilk uzun metrajlı çalışması. Adana’da En İyi Yönetmen ve En İyi Senaryo ödüllerini alan Mehmet Can Mertoğlu, filmini izlediğimizde de sezdiğimiz üzre, aslında bir sinema profesyoneli olmaktan ziyade sinefil olduğunu söylüyor. Filmini dijital bir kamerayla değil de 35 mm film kullanarak çekmesi de bu sinefil tavrın bir uzantısı. Yine aynı sinefil ruh yaptığımız söyleşiye de sızıyor ve bir sürü sinemacının adını zikrediyor Mertoğlu. Kaurismaki diyor, Puiu diyor, Andersson diyor, Seidl diyor... Başrollerini Şebnem Bozoklu ve Murat Kılıç’ın üstlendiği filmin bizde pek sık rastlanmayan absürd, yer yer de sürreel tonunun esinlerini de öğrenmiş oluyoruz haliyle.

-Filmde ciddi bir bürokrasi eleştirisi var. Evlat edinecek bir çocuk bulmak için gittikleri yetimhane olsun, vergi dairesi, okul gibi resmi ya da yarı resmi kurumlar olsun hep bu eleştiriden payını alıyor. Koyu bir mizah eşlik ediyor bu eleştiriye de. Hal böyle olunca ve bir de “Yeni Türkiye” algısıyla yanyana gelince bir hayli dikkat çeken bir eleştiri bu. Ama bir yandan eski Türkiye’de de bürokrasi fena halde kemikleşmişti aslında. Bu eski/yeni Türkiye ekseninde filminizi nasıl konumlandırıyorsunuz?

Evet, böyle bir yorum var. Yani Yeni Türkiye’yi anlatıyor dendiğini çok duydum ben film için. Yanlış da bulmuyorum, hiçbir şey değişmiyor çünkü. Ama benim esas kişisel deneyimime bakarsanız -babam devlet memuru olduğu için bu tip ortamlara çok fazla girip çıktım- bu iş 92’de 93’te nasılsa şimdi de hiç farkı yok. Aynı absürd durum devam. Sadece oradaki bilgisayarlar modernleşmiş oluyor; bazı saçmalıklar atılmış oluyor ama yerlerini başka saçmalıklar almış oluyor, tampon misali. Burada çok yerel bir şey izliyoruz ve yerel unsurlar ön planda ama bu sadece Türkiye’ye münhasır bir şey de değil. Ionescu metinlere baktığımda da görüyorum benzerlerini. Bunu aşabilmiş birkaç İskandinav ülkesi vardır belki ama bürokrasi dünyanın her yerinde böyle. Türkiye’de de bir gıdım ilerleme yok bence. O anlamda filmin anakronik bir yanı da var aslında, yani bu film 2016’da geçen bir film değil gibi. Var tabii günümüzden parçalar ama buradaki aile de anakronik bir aile biraz. Hiç evlerinde modern bir televizyon ya da bilgisayar görmüyoruz mesela.

-Tüm bu tablo içinde din meselesi pek görülmüyor. Çok dolaylı ele alınmış, bunu özellikle mi yaptınız? Uzak mı durmak isterdiniz?

Hayır aslında. Ama bu aile dinle ilişkisi çok güçlü olan bir aile değil. Zaten Antalya’da başlıyoruz hikâyeye, daha laik tabanlı bir aile olduklarını anlıyoruz. Hatta laik de demeyelim de, bana bunlar Doğruyol Partili gibi geliyor, artık olmayan bir parti gerçi ama. Öte yandan, mesela bir sahnede birtakım rakamlar sayarken görüyoruz onları, yani bir tür batıl inanışları da var. Dinle ilişkileri biraz daha değişik, dinsiz değiller de, daha çok merkez sağ bir aile gibiler.

-Bir sahnede bir bebek gösteriyorlar çiftimize ve onlar çocuğun esmerliğine atfen “Bu da Suriyeli gibi duruyor” diyorlar. Hiç farkında olmadan ırkçı bir yaklaşımları var aslında.

Öyle tabii, ama bu bugün böyle. Bugün Suriyeli ya da Kürt oluyor ama bundan önce Ermeni ya da Rum da olabilirdi bu. Ya da tam tersi, Kürt bir çift “Bu çocuk çok sarışın” diyebiliyor. İnsanlar biraz da kendilerine benzesin istiyorlar ve tabii ki orada patetik bir ırk meselesi var ama bazen de çocuk ileride sıkıntı çekmesin diye düşünen de var. Saf bir iyi niyet var ama o iyi niyetin çıktığı yer çok sorunlu.

‘Fotoğrafa verilen önemi anlamıyorum’

 -Fotoğraf bu filmin asli unsurlarından biri. Filmdeki aile sahip oldukları çocuğa bir tarih inşa etmek için fotoğrafı kullanıyor. Sizde bu fotoğraf fikri ne zaman, nasıl doğdu?

Şöyle ki, ben hiç fotoğraf çektirmem. Son 10 yılda içinde yer aldığım 3 tane bile fotoğraf yoktur herhalde. Sosyal medyadaki fotoğraf paylaşımlarının patlamasını da hiç anlamlandıramadım mesela. Fotoğrafa insanların atfettikleri önemi de hep garipsemişimdir. Gerçekten daha fazla bir gerçeklik sunduğunu düşünüyorum. Bir de ben Boğaziçi Üniversitesi’nde Edebiyat okudum ama bitirmedim. Akhisar’a, annemleri ziyareti gittiğimde falan konu komşu hep sorar “Bitti mi okul?” diye. Bir noktada dedim ki, ben sahte bir mezuniyet fotoğrafı çektireyim, annemler de onu duvara assın, bu mesele de bitsin. Fotoğrafı seçmem aslında tamemen benim bu durumu garipsememle alakalı.

‘Yüze bakmak bir yerden sonra çok sıkıcı’

-Rumen sinemasını çok sevdiğinizi biliyoruz. Rumen yönetmen Porumboiu’nun filmlerinde mesela hiç açı-karşı açı yoktur. Sizin filminizde de rastlıyoruz buna. Bunu sinema dilinizin bir özelliği olarak mı görmeliyiz?

Porumboiu evet, ama Rohmer’de de çok vardır o tarz anlatım denemeleri. Benim sevdiğim sinema böyle, açı-karşı açı meselesi benim çok hassas olduğum bir konu. Hiç sevmem. Özellikle günümüzde çok kolaycılığa kaçmak oluyor bence. Beni oradaki evren cezbediyor, arkadaki alan derinliği ilgilendiriyor. Öteki türlü iş bir konuşan kafalar belgeseline dönüşüyor, özenilmeden, amors çekimlerle, dizi estetiği gibi bir şey çıkıyor ortaya. Yüze bakmak bir yerden sonra çok sıkıcı geliyor bana. Daha fazlasını görmek istiyorum ben ve filmde de bunu denedim.

-Filmi 35 mm çekmek önemli bir karar. Artık herkes dijital teknolojiye yöneldi ve bu da işleri bir hayli ucuzlattı. Film ekipleri de alıştı dijitale, eski teknolojiyi bilen insan bulmak da kolay değil. Bunun dezavantajları endişelendirmedi mi sizi?

Hayır. Tüm hazırlığımız ona göre yapıldı. Görüntü yönetmenimiz, rumen Marius Panduru, 35 mm çalışan biriydi hep ve ekibini de öyle kurdu. Üstelik Türkiye’de 35 mm kamera neredeyse bedava, o açıdan bazı unsurlar ucuza bile çıktı diyebilirim.

 

 

Kaynak: Cumhuriyet.com.tr