Romancı değil müzisyen Tuna Kiremitçi ile buluşuyoruz. Çünkü Tuna Kiremitçi ve arkadaşları Yıldız Tilbe, Pamela, Jehan Barbur, Gülçin Ergül, Sena Şener, Gonca Vuslateri, Gökçe Bahadır, Özge Fışkın ve Gülay ayrı ayrı düet yaparak sevda şarkıları söyledi. Bu düetler şimdi “Tuna Kiremitçi ve Arkadaşları” albümü olarak Pasaj Müzik’ten çıktı. Aslında Tuna Kiremitçi “Kumdan Kaleler” ile ilk olarak müzisyen olarak sanat dünyasına giriş yapıyor, sonra müzik kariyerini dondurup edebiyata yöneliyor. Tuna Kiremitçi ile sohbete başlıyoruz. Sakin ve tane tane konuşuyor.    - Galatasaray Lisesi’nde okurken sıcak bir oda olduğu için müzik odasına gidermişsiniz. Bazen başlangıçlar için anlamlı bir şeyler olması gerekmiyor. Sıcak bir oda arayışı sizi müziğe itti diyebilir miyiz?   Evet, hâlâ ne zaman gitarı alıp provaya gitsem yatılı okuldaki müzik odasındaymışım gibi hissederim. Orası benim için sığınaktı. Kış günlerinde manevi bir sıcaklık verirdi. Ailesinden uzak bir ergenin kendini bulma yolculuğuydu. Hafta sonları büyük sınıflardan yalvar yakar aldığım anahtarla odaya girer gitar, piyano ve davul çalmaya çalışırdım. Dersimi de orada çalışır kitap okurdum. Biraz da yatakhane tantanasından çıkıp yalnız kalabilmek için sığındığım yerdi. İç dünyamı, duygularımı ifade edebilmek için. Biraz içine kapanık bir çocuktum.   - Hep mi içe dönüktünüz?   Bakmayın şimdiki halime, elinde şiir kitaplarıyla gezen hülyalı bir gençtim. Müzik grubunda çalmak beni sosyalleştiriyordu. Tabii basket takımına girememiş olmamın etkisi de var. Çünkü en havalı çocuklar basketçilerdi. En güzel kızlarla onlar çıkardı. Zaten müzik tarihine bakarsanız çoğu kişi gitara bu gibi sebeplerle başlamıştır.    - Peki şiire nasıl başladınız?   Şiir sevgisi aileden. Rahmetli babam şiir meraklısıydı. Ortaokuldayken bana Ataol Behramoğlu'nun şiir antolojisini hediye etmişti. Müzikse kendi başıma keşfettiğim bir ifade yolu, o yüzden çok kıymetli.   - Müzik ile şiir sevgili midir?   İçimde yan yana büyüdükleri için ikiz gibiler. 1991’de ilk şiirim Varlık'ta yayımlandığında ilk grubum "Kumdan Kaleler”i de kurmuştuk. Dergilerde şiir yayımlatmaya çalışırken bir taraftan da okul konserleri veriyorduk.    - "Yapmaya çalışırken” diyorsunuz. İddialı cümleler kurmaz mısınız?    Valla kendi küçük bahçemi çapalıyorum aslında. Oradan çıkanları insanlara sunuyorum. Kendime etiket koymam doğru olmaz ama daha çok müzik emekçisiyim. Öyle star olmak falan gibi heveslerim yok. Herkes tarafından dinlenip sevilmek meraklısı da değilim. Duygu ve düşünce ağırlıklı müzikten hoşlananlara ulaşabilsem yeter.    - Müzik, edebiyat, şiir. Sonra yine müzik. Bir alanda tam olarak kendinizi gerçekleştiremediniz mi? Bir alanda "çok iyi" olma halini yakalayamadınız mı? Yoksa bunların bütünü müsünüz?    Ne diyeyim, sizin takdiriniz. 20 yıldır müzikle şiir el ele gitti ama müzikten uzak kaldığım yıllar da oldu. Hayat gailesinden ya da başka sebeplerden. 2012 yılında 3 yıldır yaşadığım Sofya'dan döndüğümde kafamda sadece müzik yapmak vardı ama doğru düzgün planım yoktu. Derken eski arkadaşlarım aradı ve yeniden bir grupta çalmaya başladım. Atlas'ın 2013'te çıkan albümü çok satmadıysa da iyi eleştiriler aldı. Yazmayı seviyorum ama öyle önemli bir romancı olduğumu düşünmüyorum açıkçası. Zaten romancılık kariyerime geçen yıl son verdim. Müzikte ise ozan geleneğine bağlıyım. Bülent Ortaçgil, Fikret Kızılok, Bob Dylan, Tom Waits dinleyerek büyüdüm.    - Romancılığı bıraktım diyorsunuz. Buna ne sebep oldu?    Valla çok önemli bir sebep yok. Yazmak istediğim romanlar bitti o kadar.    - Teoman da müziği bırakmıştı!    Teoman süper bir ozandır ama bildiğim kadarıyla müziği bırakınca edebiyatçı olmadı. Gençken yazdığım bir-iki kitap hasbelkader çoksatar olduğu için bazı insanların zihninde yazar Tuna gibi bir algı oluşmuş olabilir. Ne yalan söyleyeyim, seviyorum yazmayı. Gerçek bir edebiyatseverim. Romanlarımdan yabancı dillere çevrilen de oldu ama dediğim gibi, kendimi önemli bir romancı olarak görmüyorum. Yazmaktan hoşlanan bir müzisyenim daha çok.   - Siz mi görmüyorsunuz yoksa sektör mü?   Edebiyatçılar beni genelde müzisyen olarak görür. Baştan beri edebiyata hevesli bir müzisyen saydılar çünkü "Kumdan Kaleler" dönemindeki şarkılarımı hatırlıyorlardı.    - Edebiyat dünyasının yarattığı bu hissiyat mı sizi romancılığı bırakmaya itti?   Aksine, edebiyat dünyası bana her zaman dostça davrandı. Kuşağımın gerçek edebiyatçılarıyla kurduğum dostluklara minnettarım. Hakan Günday'dan Murat Menteş'e, Ece Temelkuran'dan Nermin Yıldırım'a kadar... Onların muhabbeti olmasa belki de bu şarkıları yazamazdım.   - Onların öyle düşünmesi bizi ilgilendirmemeli...   Zaten itiraf edeyim, başkaların hakkımda ne düşündüğünü umursamayacak kadar şerbetliyim artık.

- Edebiyat dünyası da kendi içinde tekelleşmeye mi çalışıyor? 

  Malum, sanatçılarımız genelde sert çocuklar. Zaten sert bir ülkenin sert bir dönemindeyiz. Dünyanın haline bakınca ortalık distopya gibi, o yüzden gerçek müziğe ihtiyacımız her zamankinden fazla. Yazı yazmaksa insanı egosuyla baş başa bırakan bir iş o yüzden biraz tehlikeli. İnsan dikkat etmezse o egonun içinde kaybolabiliyor. Müzik benim için yazmanın getirdiği yalnızlığın panzehiri gibi. Roman yazmak zor iş.   - Ne açıdan zor?   Kafanda bir dünya yaratıyorsun ve o dünyanın içinde başka karakterlere bürünüyorsun. Yüzlerce bağlantı, algoritma... Bunu hakkıyla yapan edebiyatçı arkadaşlara hürmetim sonsuz. Ama dediğim gibi kendimi şarkılarla ifade edebildiğimi düşünüyorum. Yazmaksa benim için vazgeçilmez bir zevk.   'Duygu ve düşünce bağı kurabildiğim kadınları seviyorum'   - Bu düet albümünde neden hep kadınlar var?   Genelde sevda şarkıları söylediğimizden, kadınla erkeğin düet yapması dramatik olarak daha doğru geldi. Bir de ses rengim bariton; müzikal yapı içerisinde kadın sesiyle daha iyi tınlıyor. Haliyle, kadın solistlerle çalışmak istedim. Onlar da sağ olsunlar kendi seslerini, nefeslerini, ruhlarını kattılar.    - Düetler için "Hayranı olduğum kadınları seçtim" diyorsunuz. Bu şarkılar da  hayatınızdaki kadınlara bir güzelleme mi?   Böyle düşünmemiştim ama neden olmasın.    - Hayatınızdaki kadınlara mı güzelleme yoksa kadın algınıza mı?   Muhtemelen ikisi birdendir çünkü kadınlardan çok şey öğrendim. Kadınlar tarafından büyütüldüm. Onların evrendeki varlığına minnettarım, siz olmasanız şu dünya çekilmez olur. Zaten sanat tarihine baksak kadının varlığına yapılmış güzellemelerden, onu keşfetmek için arayışlardan oluştuğunu görürüz.    - Peki kadınlara zaafınız var mı?   Kimin yoktur ki? Güzel kadınları da güzel kitapları ve güzel şarkıları sevdiğim gibi severim. Tabii güzellik görece bir kavram. Bazı kadınların fiziği güzeldir, bazılarının ruhları ya da sesleri...  Duygu ve düşünce bağı kurabildiğim kadınları seviyorum. Duygularını keşfetmek ve ifade etmek konusunda daha açık ve cesaretliler.    - Size kadınlardan ne öğrendiniz?   İnsanın iç çelişkilerini... Toplum ve doğayla olan ilişkimizi, kopuşlarımızı. Kadınlarla arkadaşlık ederken hep bir şeyler keşfettiğimi hissederim. Nitekim albümdeki düetlerin kayıt sürecinde de öyle oldu. Bugün üstat saydığımız Yıldız Tilbe'den de, on sekiz yaşındaki Sena Şener'den de çok şey kaptım. Toplumumuzda temel sorun kadın-erkek ilişkisinin normalleşmemiş olması. Bu iş rahatlamış olsa pek çok sorun belki kendiliğinden çözülecek. Bunun sıkıntısını her alanda yaşıyoruz. Siyasette bile.   - Siyasette kadınlara pek yer açılmaması anlamında mı diyorsunuz? Zaten kadın siyasetçilerin çoğu erkekleşerek yer edinebiliyor.   Evet doğru. 

- Siyaseti seviyor musunuz?

  Hayır, sevmiyorum. Siyasetin insanları ayrıştırmak için var olduğunu düşünüyorum. Siyasetçiler insanları cepheleştirerek ekmek yiyor. Müzikse gönül bağları kurmak için var. Sanat her zaman siyasetin ördüğü duvarları aşmaya çalışır. Şarkılar da bunu yapmanın en doğal yolu.    İki yüz yıllık çelişki: Referandum   - İnsan yaşadıkları mıdır yoksa yaşamak istedikleri mi?   Herkes gibi ben de yaşadıklarımın toplamıyım. Hayata açık olmaya çalışıyorum. Yaşadıklarıma minnettarım çünkü şiirler ve şarkılar onlardan yapılıyor. Başkalarıyla iletişim kurmamızın en gerçek yolu. İşin tuhafı, bazen şarkılar kehanette de bulunuyor. On sekiz yaşımda yazdığım “Sana Dair" mesela. O şarkının sözlerinde resmen o günden bugüne yaşadıklarım var.    - Hangi duygu sizi çalışmaya itiyor?   Kendimi gerçekleştirme biçimim şarkılar yazmak. Emek verdiğim zaman kendimi anlamlı hissediyorum. Hayatın saçmalıklarına bu şekilde direniyorum. Şarkılar aslında bir direniş biçimi çünkü çirkin bir dünyada yaşıyoruz. Zor bir ülkedeyiz. Her gün bir sürü vahşetle karşılaşıyoruz. Ama yine de yaşama sevincini ayakta tutmak lazım. İnsanlığımızı unutmamak lazım. Şarkıları bu yüzden güzel.   - Türkiye gündemine gelelim...   Sormayın, Türkiye’nin iki yüz yıllık çelişkileri gelip referanduma dayandı.    - Ne çelişkisi?   Dikkat ederseniz Türkiye’de aslında sadece iki ideoloji vardır. Doğuculuk ve Batıcılık. Bunlar iki yüz yıldır itişip kakışarak bir arada yaşamaya çalışır. Bu referandum da adeta son raunt. Bir ulus hangi dünyaya ait olduğuna karar vermeye çalışacak. Oysa sorun evrensel özgürlüklere ve demokrasiye sahip çıkma sorunu olmalı.   - Referandum tartışmaları neye dönüştü?   Neye olacak, "Tayyip'i seviyor musun, sevmiyor musun?" anketine. Yani "Doğucu musun yoksa Batıcı mısın?" sorusuna. Oysa savunulması gereken Atatürk cumhuriyetinin temel ilkeleri. Evrensel özgürlükler. Onları bugüne ne kadar taşıyabildiğimiz.    - Siz hangi dünyaya aitsiniz?   Aydınlanma değerleriyle yetiştirildim. Yani fikri hür, vicdanı hür bir genç olarak. Balkan göçmeni olduğumuz için manevi değerlerimiz de öyledir. Serde Bektaşilik var, kamu alem birdir bize. Doğu dünyasına da hürmetim sonsuz. Her zaman diğer taraftakileri de anlamaya çalışırım çünkü sanatçı geçiniyorsak işimiz empati olmalı. Muhafazakârlar batıyı tehdit olarak görüyor. Batıcılar da onları tehdit sayıyor. Bunlar herhalde hep rahmetli Attilâ İlhan'ın deyimiyle "ulusal sentez" yapamamış olmamızdan. “Uçmak İstiyorsan” adlı şarkımda “Belki Fatih belki de Taksim, yorgun gönlüme son duraksın” derim mesela.  Şarkılarım Fatih’te de Taksim’de de dinlenebilsin isterim çünkü iki mahallenin birbirini anlaması şart. Arada bu kadar büyük duvarların olması çılgınca. O duvarları ören siyaset bu sayede varlığını sürdürüyor.    - O zaman “Herkes ile kimse”den yola çıkarak cümleler kurar mısınız?    Herkes kendi çöplüğünün kahramanı olmak peşinde. Kimse duvarın diğer tarafındakilerle duygu ve düşünce bağı kurmak istemiyor. Herkes kendi mahallesinin ezberini karşı tarafa bağırmakla meşgul. Kimsenin diğer tarafı dinlemeye niyeti yok.    - Bugün bu muyuz? AKP’li olmak ya da olmamak...   İşte "Doğucu musun, Batıcı mısın?” muhabbetinin gelip dayandığı yer bu. "Abdülhamitçi misin yoksa Atatürkçü mü?" Bugünlerde Abdülhamit’in bu kadar yıldızlaşmasının ardında bazılarının Atatürk’e karşı dengeleyici bir figür bulmak arzusu var. İşte yine Attilâ İlhan'ın dediğine geliyoruz. Ulusal kültür sentezi eksikliği.    - En son, Sultan II. Abdülhamit'in torunu Nilhan Osmanoğlu "Dedemindi" diyerek Galatasaray Adası’nı istemesi yankı uyandırdı.   Allah için Nilhan Osmanoğlu hoş bir hanım ama ona gösterdiğimiz ilginin onda birini Ataol Behramoğlu’na ya da İsmet Özel’e göstersek Türkiye bambaşka bir yer olur. Hiç olmazsa meseleyi derinlemesine kavramış oluruz.    ‘Türkiye'deki en nadir şey objektif eleştiri'   - "Git Kendini Çok Sevdirmeden” ile “Bu İşte Bir Yalnızlık Var” kitaplarınızın adları çok öne çıktı. Bu durum sizi rahatsız etti mi? O kadar zaman geçti ki ettiyse bile unuttum artık. Ama “Git Kendini Çok Sevdirmeden" o zamanki grubum Kumdan Kaleler dağılınca kendimi avutmak için yazdığım bir roman. Gençlik heyecanıyla şiirsel bir isim koymak istedim herhalde.    - Ekşi Sözlük'te “Hiç erkek arkadaşı olmayan adam” diye yazmışlar. Neden Tuna Kiremitçi böyle bir izlenim yaratıyor?   Objektif eleştiri yapabilmek için cinsel tatmin şart. Yoksa başkasının ürününü sağlıklı değerlendiremezsin. Araya bir sürü parazit girer ve algını bozar. Türkiye’de de toplumsal baskıdan dolayı tatminsizlik esas. Bu yüzden en nadir bulunan şey objektif eleştiri. Mesela, "Ad hominem" diye bir tabir vardır mantıkta. Bir reaksiyonun, belirli bir kişinin herhangi bir konudaki duruşu yerine şahsına yöneltilmesi. Bu evrensel bir mantıkta safsata olarak kabul edilir ama maalesef bizdeki genel tartışma üslubudur. Zaten bu yüzden fikir tartışması yapamıyoruz. Konu hep alakasız yerlere gidiyor. Cinselliğine, ne yiyip içtiğine ya da ne giydiğine... Medya ve siyasette bile durum aynı. Bu arada, diğer müzik projemiz olan Atlas rock grubu da albüm kayıtlarını sürdürüyor ve grup üyelerinin hepsi dalyan gibi delikanlılar. Aynı şekilde, bu albümde çalan, düzenleme yapam müzisyenler de öyle. Ama bu soruya cevap vermek komik.     - Toplumsal baskı var diyoruz ama evlilik programlarına bakınca -belki yalan da olsa- pek öyle gözükmüyor.   Muhafazakâr takılan bazı insanların diğer taraftan cinselliği en saçmasapan şekilde yaşadığını görüyoruz. Karısını uluorta döven herifi kimse ayıplamazken sokakta sevgilisiyle öpüşen ayıplanıyor. İkiyüzlülük dediğim bu. Televizyonda gördüğümüz o delirmiş insanların sebebi de bu tatminsizlikler.   ‘Yalnızlık da nükleer bir tehdit'   - Bir şarkınızda "Nükleer bir yalnızlıktım” diyorsunuz. Yalnızlık, nükleer kadar tehlikeli midir?   Evet, patlayıp etrafta kalıcı hasar oluşturabildiği için yalnızlık da nükleer bir tehdit bence.   - "Anlamak istiyorsan beni tut yine ellerimden” diyorsunuz bir diğer şarkınızda da . Anlamak için yakın olmak mı gerekir?   Bütün mesele empati. Bence empatinin dilimizde en güzel karşılığı "halden anlamak". Birbirimizin halinden anlamayı öğrenmeliyiz. Nazilerin yargılanışını anlatan "Nürnberg Mahkemeleri" filminde “Şeytan empatinin yokluğudur” diye bir laf vardı. Aslında sanatın dünyadaki amacı o şeytanı yenmek.    - O zaman şeytanı da anlayalım, onu niye dışlıyoruz?   O gariban zaten dışlandığı için şeytan. Egosunun, kibrinin esiri olmuş. İnsanların birbirinin halinden anlaması çok kıymetli. Sanat bunu sağlayarak bizi karanlık taraftan koruyor. Bir şarkıyı ya da şiiri paylaşarak birbirimizin halinden anlıyoruz. Şiirler, müzikler egomuza esir düşmemize engel oluyor. Güzel bir şarkı farklı kamplarda yaşayan insanlar arasında gönül bağı kurabilir. Belki bütün umut da buradadır.   - İhraç edilen akademisyenlerin eyleminde cüppeler polis tarafından ayaklar altına alındı. Akademisyenler dayak yedi. Bu fotoğraf size ne hissettirdi? Bu fotoğraf üzerinden bir okuma yapar mısınız?   Estağfurullah, siyasi okuma yapacak kadar zeki değilim. Ama aklıma gelen ilk cümle şu: Cehalet eskiden de vardı ama hiç bu kadar özgüvenli olmamıştı.Kaynak: Cumhuriyet.com.tr