Gözlerinin içi gülüyor... Enerjisi yüksek, sıcak, samimi ve dosdoğru konuşuyor. Hemen hemen her sanatçı gibi duyarlı... Neye mi? Çevreye, hayvana, bitkiye, ekonomiye, eğitime, tutsaklığa, en önemlisi insana, insanın insanca yaşamasına, üretmesine, çalışmasına... Ülkenin gidişatından rahatsız ama umudunu yitirmemiş. “Dünyanın hali gibi halimiz” diye tanımlıyor bugünü.

“Ne ekmek ne su, ne de hava, yaşamak için özgürlük” diyor. Yasaklamalarla hiçbir şeyin hallolmadığını söylüyor ve komik buluyor. Üretmek, paylaşmak için insanca yaşamak için sadece özgürlük diyor.

Tilbe Saran, Tiyatro Pera’nın “Vanya, Sonya, Maşa ve Spike” adlı oyununda Sonya, televizyonda yayımlanan “Cesur ve Güzel” dizisinde Kıvanç Tatlıtuğ’un annesi Fügen rolünde. İş Sanat’ta yaklaşık 13 yıldır şiir dinletisine devam eden Saran, Kadir Has Üniversitesi Oyunculuk Bölümü’nde de ders veriyor. Gazetemizin reklam filmini Genco Erkal ile birlikte seslendiren sanatçı şu sıralar çok yoğun... Aynı zamanda Oyuncular Sendikası Genel Sekreterliğini üstlenen Saran ile bugünü, geleceği, oyunculuğu, insanı konuştuk.

- Yoğun bir dönemden geçiyorsunuz. Dizi, tiyatro, şiir dinletisi, seslendirmeler, sendika faaliyetleri, bir de öğretmenlik...

Dizide benim oynadığım rol bitecek baştan belliydi ama ne zaman olacağı belli değildi. Eli kulağında. Okul devam ediyor, öğrenciler ve tiyato benim en çok beslendiğim alan. Oyuncular Sendikası’nın rutin işleri var, bu sene yönetimi devredeceğiz, süre doluyor. Daha genç, daha aktif, daha iyi çalışacak bir ekibe devredecegiz.

- Sezon birkaç ay sonra bitecek. Rahatlama dönemine giriyorsunuz.

Zaten İstanbul’da yaşayıp işsiz kalmaya imkân yok. Her zaman gittiğimiz bir yerin paravanlarla çevrildiğine, kapatıldığına tanık oluyoruz. Sıkça rastlanılan çevre ihlalleriyle bir vatandaş olarak uğraşıyorsunuz, hiç iş bitmiyor.

- Türkiye sert bir dönemden geçiyor. Başkanlık sistemi, referandum bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?

Dünyanın hali gibi halimiz. Biz nasılsak dünya öyle aslında birbirimizi aynalıyoruz galiba. Evet sert bir dönemden geçiyor ama bir yandan da şöyle düşünüyorum belki bu bana yaşama umudu veriyor. Şiddetin kötülüğe galebe çaldığı kadar buna itiraz edenlerinde sesi duyuluyor. Ben düşündüğümüzden daha kalabalık olduğumuza eminim.

- Seçimlerin sonunda azınlık gibi gözüküyoruz.

Dünyaya baktığımız zaman kaç milyar yılda oluştu şu evren, gezegen, güneş sistemi... “Küçüçük bir ceviz kadar” diye niteliyor Nâzım Hikmet. O çevizde bir gün karanlıklara yuvarlanacak, yani gelecek uzun bugün kötü zannettiğimiz şeylerin uzun vadede neye evrileceğini bilmiyoruz. İnsan hayatı çok kısa tarihe baktığımız zaman, her şeyden bir şeyler öğrenerek bize biçilmiş ömrü tamamlayacağız, yapacak bir şey yok. Ama insanların hak hukuk bilincinin, çevre duyarlılıklarının genişlediğini büyüdüğünü, farkındalığın sandığımızdan daha yüksek olduğunu düşünüyorum. Bu da böyle bir zaman. Dünyaya baktığımız zaman...

- Mesela Amerika...

Hani reklam filmlerinde insanların o filme bakıp özenmeleri sağlanıyor. Bir hayata, bolluğun, bereketin, güzelliğin herkes için mümkün olabildiği veriliyor insanlara. O hayatlara özeniyorlar herhalde Trump da öyle bir şeyi sembolize ediyor diye düşünüyorum. Çünkü söyledikleri akla, yüreğe, bilgiye, bugün dünyanın gelmiş olduğu gelişmişlik düzeyinden o kadar gerideki... Yasaklarla hiçbir şeyin halledilemeyeceği o kadar sosyolojik olarak ortadaki... İşte oraya duvar ördüreceğim, buraya başka bir şey yaptıracağım demek komik geliyor bana.

- İktidarın istediği, sevdiği bir şeye karşı çıkınca bir anda özgürlüğünüzden olabiliyorsunuz.

Bence vahim bir durum. Üstelik sadece karşı çıkmak değil farklı bir şey söylemek. Sizin söylediğinizden, beğendiğinizden farklı hayatlar beğeniler, yaşantılar, bilgiler var. Bu; ‘kiraz hiç yemedim, kiraz kötüdür’ demek gibi bir şey. Ya da kirazı ben bilmiyorsam kiraz diye bir şey yoktur... Bize en çok yakışan hüzün değil, özgürlük yakışan. İnsana, doğaya, hayvana, bitkiye herkesin bir yaşam alanı var mutluluk için, bunun ilk koşulu ne su ne ekmek ne hava, özgürlük... Çünkü her şey özgür olunca gelişiyor. Bilim de, iyilik de, sanat da özgür bir ortamda var olabiliyor. Düşünen hayvan değil insan diye övünüyoruz. Onu engellediğiz zaman onu ne yerine koyduğumuzu durup bir düşünmek lazım.

- Sonya dışında sahnede hangi karaterde göreceğiz sizi...

Bazen bir oyun okurum, yok olmaz derim sonra oyun bir yerden hortlar öyle bir şey var kafamda. Olur mu olmaz mı diye düşündüğüm. Şu anda flört ediyorum oyunla... Daha dilimize çevrilmedi, bilinen bir oyun değil. Tek kişilik bir proje.

- Bir öğretmen olarak gençlerin sanata, politikaya, hayata bakışını nasıl değerlendiriyor sunuz?

Bayılıyorum, hepsine tapıyorum. Kendi öğrencilerimden çok şey öğreniyorum, besleniyorum. Teknolojiye tabii ki benden çok hâkimler. Dolayısıyla dünyadaki bütün sanatsal etkinliklerden haberdarlar. Takipteler ve bu onların daha taze daha değişik şeyler denemesine benimde onlardan beslenmeme yol açıyor. Onlar sayesinde bir sürü yeni oyun okuyorum. Benim enerjim yetmiyor her oyunu takip etmeye, vakit bulamıyorum daha seçerek zamanı kullanıyorum. Bir sürü şeyde de aklım kalıyor, izleyemediğim çok oyun oluyor. Onlar sayesinde bir sürü yeni taze metinlerden haberdar oluyorum.

- İş Sanat’ta şiir dinletisi 13 seneyi buldu... Devam mı?

Çok uzun oldu. Ücretsiz bir etkinlik salon hep dolu. Heyecan verici insanların bir şeyi dinlemeye gelmesi, şiir, öykü sonuçta. Yani sahnede kimse atlamıyor, zıplamıyor, trapezde yürümüyor, ipte dolaşmıyor. Bu tarz buluşmalara demekki hasret insanlar. Bir şiiri bölüşmek, bir öyküyü birlikte dinlemek, evinde okuyabilirde çünkü.. Tabii oradaki müzik çok etkili oluyor. Sahnedeki birliktelik... 13 yıldır, arada yeni şairler eklenerek devam ediyor. Umarım da devam eder.

- Tüm bu koşturmacanın sonunda ne zaman dinleniyorsunuz?

Tabii bir müddet sonra yoruluyorum ve yok oluyorum ortadan...

- Burgazada...

Evet adaya kaçıyorum. Aslında ulaşımı halledilmeş bir kentte yaşıyor olsaydık adalı kalmayı tercih ederdim. Saat 23.00’te son vapur kalkıyor. Ulaşımı en kötü ada çünkü Büyükada ve Heybelinin hem yaz hem kış popülasyonu daha fazla, dolayısıyla oraya daha fazla sefer sayısı fazla.

- Canlandırmak istediğiniz bir karakter ya da birinin hayatı var mı hayalinizde...

Bazı oyunlar bazı zamanlara ihtiyaç duyuyor. İçinde yaşadığımız dönem şimdi bu oyunun tam zamanı dedirtiyor. Onun dışında her zaman için tabii ki Tennessee Williams, Anton Çehov, W. Shakespeare yani klasikler... Onlar bence bütün oyuncuların kalbindeki gizli sevdaları...

‘İNSANİ SÜRELERCE İNSANCA ÇALIŞMAK...’

- Çalışma koşullarının ağırlığından dolayı dizi sektörüne bir ara mesafeliydiniz. Bir iyileşme oldu mu? Daha mı kötüye gidiyor.

Mehter takımı gibi iki kötü bir iyi... Oyuncular Sendikası’nın sıkı çalışması sonucu setler tehlikesiz sınıftan tehlikeli sınıfa geçti. Buna bağlı olarak setlerde iş sağlığı ve güvenliği farkındalığı arttı. Ama hissedilebilir bir iyileşme olabilmesi için mutlaka denetim şart. Yıllardır bakanlığa Galileo’nun engizisyona yahu şu teleskoptan bir bakın bakalım dünya dönüyor mu dönmüyor mu demesi gibi, biz de şu setlere bi bakın deyip duruyoruz: sigortasız, güvencesiz çalışan yüzlerce insan, dinlenme alanları, sağlıklı yemek yeme mekânları, tuvaletleri bile olmadan günde 18 saat çalışıyorlar! Sinema- TV sendikası piyasaya hızlı bir giriş yaptı ve kamera arkası çalışanlarını harika bir biçimde örgütledi; reklam ve sinema filmi setlerindeki çalışma koşullarına çağdaş düzenlemeler getirdi, biz de destekledik. Ama ne yazık ki şu anda Türkiye’nin 3. İhracat girdisi olan diziler “aman sektör batar” oyalamasıyla en vahşi koşullarda insan tüketiyorlar.

- Dizi çekimlerinde sizce çalışma koşulları nasıl olmalı?

“İnsanî” sürelerde “insanca” çalışılan yorgun, bitkin ve mutsuz insanların yüzlerinin güldüğü, üşümeden, hastalanmadan çalışabildikleri, normal aralarla yemek yiyebildikleri, sosyalleşebildikleri ve eşlerini dostlarını görebildikleri, doktora gidebildikleri, sigortalı oldukları ve gelecek kaygısıyla tir tir titremedikleri, yani köle olmadıkları koşullarda...

Dizi çekimlerinde sizce çalışma koşulları nasıl olmalı? “İnsanî” sürelerde “insanca” çalışılan yorgun, bitkin ve mutsuz insanların yüzlerinin güldüğü, üşümeden, hastalanmadan çalışabildikleri, normal aralarla yemek yiyebildikleri, sosyalleşebildikleri ve eşlerini dostlarını görebildikleri, doktora gidebildikleri, sigortalı oldukları ve gelecek kaygısıyla tir tir titremedikleri, yani köle olmadıkları koşullarda...

‘Herkes neyin suç olduğunu gayet iyi biliyor’

- Peki siz, sanatçıların, gazetecilerin sorgusuz sualsiz tutsak edildiği bugünlerde hiç korktunuz mu? Örneğin gazetemizin reklam filmini seslendirirken...

Hiç aklıma bile gelmedi. Herkes neyin suç, neyin hukuk, neyin hukuk dışı olduğunu gayet iyi biliyor. Her zaman yanlış hesap Bağdat’tan dönüyor. Bir insanı aşağılayarak, hakaret ederek, hem onu hem etrafındakileri rencide edecek şeyler söylememek kaydı şartıyla bir hayata mal olmamak, bilerek isteyerek kötülük yapmamak şartıyla, herkes her istediğini söyleyebilmeli, ne düşündüğünü paylaşabilmeli. Böyle böyle zenginleşiyor; bilim, sanat böyle gelişiyor. İnsani düşünce, ahlak, etik, estetik böyle konuşuyor. Yoksa hâlâ ateşin bulunduğu günlerde kalırdık. Tekerleğe geçemezdik. Üst üste kona kona bilgi, farklılık artıyor. Bugünler de geçecek ne geçmemiş ki. Zamanı kim durdurabilmiş. Kimin için durmuş zaman, hepimiz ölümlüyüz, iyi ki de ölümlüyüz...

Kaynak: Cumhuriyet.com.tr