-Sergi, Hrant Dink’in öldürülmesinden sonra yaptığınız ilk desenlerden yola çıkıyor. Tehcir temalı sergi yapma fikri nasıl doğdu?

Ermeni tehciriyle ilgili sergi eskizlerine 2007 sonunda başlamıştım. İlk niyetim çağdaş sanatın farklı disiplinlerini iç içe geçirerek, galeri olmayan bir mekânı düzenlemekti. Zaman olarak Ermenilerin yaşadığı büyük acının 100. yılını, 2015’i düşünmüştüm. Ancak bu çaplı projeyi gerçekleştirecek maddi imkânlar oluşmadı. Ama öyle ya da böyle bu meseleyi bir sergiye taşımak istiyordum. Geçen 9 yıl içinde, Hrant’ın yaşarken sadece bana değil, görmek isteyen birçok kişiye fark ettirdiği kapalı kutuyu açmıştım artık. Erivan’daki Soykırım Müzesi, oranın havası, gözlemlerim, bulabildiğim fotoğraflar, belgeseller, filmler, anı kitapları, Dink Vakfı’nın yayımladığı sözlü tarih çalışmaları, tanıklıklar sergi fikrinin diğer kaynakları oldu.

-Sergide 1915’ten Suriye’ye, Sur ve Cizre’ye kadar uzanan bir hat çiziyorsunuz. Sergiye “Hâlâ… orada” ismini vermeniz tehcirin farklı coğrafyalarda hâlâ devam ettiğini düşündüğünüz için mi?

Evet. 1915 Ermeni tehcirinde yok olanlar 2011’de Suriye iç savaşından ötürü evini terk etmek zorunda kalan milyonlarca insan, yani Suriye’de 100 yıl sonra tekrar yaşanan bir sürgün ve ölüm iklimi, 2015 yazında Güneydoğu şehirlerindeki acı, ölüm ve 500 bin’e varan göç manzaraları, yurdundan edilmiş Kürtler, son yıllarda yaşanan hak ihlalleri, baskılar oldu bu sergiyi açan. Sergimin iki yıl süren hazırlık aşamasında bütün sorgulanmayan bu geçmişle bugün iç içe geçti. İlk büyük resim Amed, Sur için, böyle ortaya çıktı. Hazırlık dönemi, yaşanmışlıklar kadar o esnada yaşananları (bildiri imzacısı oldukları için işinden edilen hocalar Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’yı hatırlatalım ) içerdi. Binlerce yıldır yaşadıkları toprak, zulme uğramış, sürülmüş, ölüme gönderilmiş olan bütün o insanların, toplulukların, halkların tanığıdır. Tarihten silinmek istense de kültürleri, dili yok edemezsiniz o yüzden onlar oraya ait. Hâlâ oradalar.

‘Herkes vicdanı kadar algılıyor’

-Sergideki işlerinizde, topladığınız fotoğraflar ve dinlediğiniz tanıklıklar çizgilere, lekelere ve karanlığa dönüşüyor. Bu tercih neden?

İşin sanatsal boyutu, teknik tercihler, bana ait olan dilden kopmadan bir bütünlük oluşturmak oldukça zor oldu. Bir fikri, kavramı sergiye dönüştürecek çok sayıda teknik ve disiplin var. Bu sergide derin ve trajik olayları, hatırlatmaya çalıştığım meseleleri slogan haline getirmeden, lekeleri, boşluğu ve karanlığı kullanarak bir atmosfere dönüştürdüm. Özellikle de iki metreyi aşan işlerde.

-Sergiyi hazırlarken dinlediğiniz tanıklıklar arasında sizi çok etkileyen bir tanesini bizimle paylaşır mısınız?

Erivan Soykırım Müzesi müdürünün bana anlattığı, beni derinden etkileyen gerçek olay şuydu: Hatırladığım kadarıyla ailesini kaybetmiş iki kardeş, Ermeni tehciri sırasında Der Zor’a doğru sürgün, ölüm yürüyüşünde evlerinden aldıkları bir havlu veya bir bezi iki parçaya bölüp saklamaya karar verirler. Yeniden kavuşacaklarına, parçaları birleştireceklerine inanırlar. Ve mucizevi bir şekilde hayatta kalırlar, yıllar sonra dünyanın bir yerinde kavuşurlar, o bezi birleştirip Erivan’daki müzeye hediye ederler. Ben ilk düşündüğüm büyük sergiyi yapabilseydim müze müdürü o bezi sergilemem için ödünç verecekti. Bu sergide bu olayla ilgili bir resim yaptım. Ama figürler soyut lekeler içinde oluştuğu için bağırmıyor. Neticede her izleyici kendi derinliği, vicdanı kadar algılıyor. Benim tercihim de bu zaten.

Kaynak: Cumhuriyet.com.tr