John Berger’in sanat eleştirmenliğine kilit sözler kesinlikle şu olmalı: “Üniversiteye hiç gitmedim. Bu yüzden çok cezalandırıldım ama bunun her zaman bir avantaj olduğunu düşündüm.” Çünkü Berger’e göre eğer üniversiteye gitseydi o “düşünme biçimi” onu de ele geçirecekti. Oysa Berger, bundan muaftı. Hayatı boyunca da bu muafiyetinin tadını çıkardı ve aynı şekilde de onu okuyanlara tat verebildi. Kendi memleketinden daha çok Latin Amerika, Fransa, İtalya ve Türkiye’de çok okundu, sevildi, benimsendi.

John Berger, Chelsea sanat okulunda okudu. Ünlü heykeltıraş Henry Moore’la çalıştı. Ona göre ne yaparsa yapsın, ister sanat tarihine Marksist bir okuma, ister AIDS hastalığı üzerine Booker ödüllü bir roman, ister bir desen kitabı, “kalbi ve gözü”, hep bir “ressam” olarak kalacaktı.

Berger, Baudrillardlı, T.J Clarklı bol ‘aykırı’ düşünürlü ve sanat tarihi okumalarını artık yalnızca sanat tarihçilerin yapmadığı bir dönemin figürüydü. Ya da şöyle demeliyim, farklı okumalara sanat tarihinin açıldığı, dünyanın da nice okumalara açık olması gerektiğinin anlaşıldığı, paylaşıldığı bir dönemin figürü...

“Görme Biçimleri” evet sınıf kavramı üzerinden sanat tarihine yaklaşıyordu ama aynı zamanda feminist de bir kitaptı. Sanat tarihinin nesne kadınlarından reklam billboardlarındaki nesne kadınlara varabiliyor; bakmak ile görmek arasındaki farkı ‘görmeye’ çağırıyordu herkesi. “Görme Biçimleri” kitabı sonradan BBC tarafından bir belgesel olarak çekildiğinde tam da bu çağrıyı yapacaktı bir kulağı küpeli, sanat tarihçisinden ziyade bir rock grubu menajerini andıran Berger: “Burada ne anlattıysam hepsi sizin deneyiminiz -ne büyük harfle tarih ne de zamantarafından yargılanmalı”.

Tıpkı 16 yaşında izlediği Derbyshire madeni işçilerine hayranlıkla bakabildiği gibi. Baktıkça da insanı hayranlıkla görebildiği gibi. Hatırlatmam gerekirse, Caravaggio’yu en çok sevdi. Onun kadar kimseye yakınlık duymadı. Goya’dan daha dürüstünü de görmedi. Mark Rothko bir göçmen, ait olmadığı o yeri ararcasına hep göç edendi. Bacon ise evet şok ediyor ve bu şok edişini ne Goya’da ne de Eisenstein sinemasında aramalıydık. O şok ediş Walt Disney’den başkasında yoktu. Heykelci Juon Munoz ile şair Nâzım Hikmet de çok yakın hatta birbirlerine çıkan iki dilin büyük ustalarıydı.

Şeker Ahmet Paşa’nın Paris’teki eğitimine rağmen ve o eğitimle birlikte, kendisiyle orman arasında gereken uzaklığı koruyamadığını keşfedecekti. Heidegger’den yola çıkarak Şeker Ahmet Paşa’nın resme resmini yaptığı oduncunun gözünden baktığını tespit etmişti.

1994 Kasım’ında Cevat Çapan ile John Berger birlikte Paris’teki Galerie Montenay’de Ömer Uluç’un sergisini gezdi. Uluç’un 1993-1994-1995 kataloğu yazısını kaleme aldı. Uluç’un hayvanlarıyla D.H. Lawrence’ın hayvanına uzanacaktı o yazısında:

“Ona bakınca onun da baktığını duyumsadım ve değişik bir varlık oldum” diyordu Lawrence ‘hayvan’la ilgili. Berger’a göre Uluç da böyle bir iddiayla karşımızdaydı. Bu yazıda, Gönül Çapan’ın çevirisiyle, “hayvanın ruhunun yanına geçip, oradan bakıyor, çevresine (çoğu zaman öbür hayvanlara ya da onların eylemlerine bakıyor) ve bulunduğu noktadan ne görüyorsa onun resmini yapıyordu”. Berger, yeniye aynı derecede eskiye, bir Piero della Francesca ile bir Auerbach’a eşit derecede duyduğu tutku ve “üniversitesizliği”ne sahip çıkışı, bir tür anti akademizmi, coğrafyalararasılığı, Marksizme yaptığı vurgu kadar ressamlığa hürmeti, Anglo Sakson eleştiri geleneğinin içinden değil sosyalist gelenekle haşır neşir olmaktan duyduğu memnuniyeti, hep o işçi eli gözardı etmeyip aksine arayışı ve kutsayışıyla, resme kimin nereden baktığını sorunsallaştırışı, Batı dışı medeniyetleri kucaklayışı ve bunu ender bir biçimde kolonyalist dille yapmayışıyla özel oldu. Bana göre, hayata, sanatın her türlüsüne duyduğu iştahıyla çok özeldi. Eleştirmenken şiir yazışı, resim yapışı, edebiyata, roman yazmaya soyunuşu, koyuluşu, aldığı roman ödülünü Siyah Panterler’le paylaşması, pentüre gönül vermesiyle özeldi. Statükocu değil, hep yapan’dan, insan’dan, formdan ziyade, formlardan taraf oluşuyla...

Kaynak: Cumhuriyet.com.tr