Belgeselleri kurguyla belgesel arasında dolaşan Jon Bang Carlsen, çalışma stilini gerçekliği yeniden yaratmak olarak tanımlıyor. Carlsen’in eleştirel, yenilikçi belgeselleri sıradan insanların olağanüstü öykülerini anlatıyorlar.

ABD, Güney Afrika, Danimarka ve İrlanda’ya yönelen kamerasıyla Carlsen çocukluk dönemine, Tanrı’ya olan inancın belirsizliğine, kaçak babasına odaklanıyor.

Otobiyografik belgesel Déjà vu (2015) Carlsen’in gündelik anı defteri niteliğinde. Cats in Riga (2014) kedilerin gözünden Latvia’nın başkenti Riga’nın eğlenceli bir portresi.Yönetmen, tüm gün aylaklık yapan tembel kedilerle insanların stres içinde sağa sola koşuşturmalarını karşılaştırıyor.

Portrait of God’da (2001) belgeselci Tanrı inancının ve dinin bireyler üzerindeki etkisini soruşturuyor. Güney Afrika’daki bir tutukevinde mahkumlardan birinin portresiden hareket eden Carlsen dinin insanlar üzerindeki etkisine kişisel, şüpheci bir bakışla yaklaşıyor.

Addicted to Solitude (1999) politik protestolarla, iki beyaz kadının ortak ifadeleriyle dolu ayrımcılık, ırkçılıkla kuşatılmış bir toplumu inceleyen düşündürücü bir belgesel. Carlsen, ABD’nin silahlara olan saplantısını, şiddetle kişisel özgürlüklerini koruma paranoyasını Phoenix Bird’de (1986) betimliyor. Arizona’daki bir spor merkezinde despot bir Vietnam gazisinin ailelere her tür tehdit karşısında nasıl korunmalarını göstermesi belgeselin ironik tonunu yansıtıyor.

Hotel of the Stars (1981) ünlü Amerikan Rüyası söyleminin trajikomik, yanıltıcı bir izdüşümü. Bir Hollywood oteli yıldızların, figüranların, oyunculuk yıllarının parıltısını umutsuzca arayanların korunaklı yuvasına dönüşmüştür.

2004 tarihli The Story of Film kitabını 930 dakikalık The Story of Film: An Odyssey adlı bir belgesele dönüştüren Mark Cousins, sinemaya duyarlı, mizah dolu, şiirsel bir anlatımla yaklaşıyor, sinemayı katmanlı bir sanat dalı olarak nitelendiriyor. Sinema nasıl bir sanat dalına dönüştü, rolü nedir, anlatım dili nasıl gelişti, nasıl yeniden biçimlendi sorularını bu yetkin belgesel yanıtlıyor. Dört kıtada sinema tarihinin 110 yılını anlatan, sinema tarihinin en kapsamlı belgeseli sanatta ilerlemeyi sağlayan asıl gücün yaratıcılık olduğunu betimliyor. Belgesel, 28 Aralık 1895’te Paris’teki ilk film gösteriminden (Lumière Fabrikası’dan İşçilerin Çıkışı) en son teknolojik gelişmelere, Avatar’a (2010) dek uzanıyor.

Atomic: Living in Dread and Promise (2015), Hiroşima, Çernobil ve Fukuşima’daki nükleer felaketlere gönderme yaparken atom enerjisinin gündelik yaşamdaki potansiyel yararlarına da değiniyor. Filmlerinde biyografik ögeler kullanan Cousins’in I Am Belfast’ı (2015) doğduğu kente duygusal ve kişisel bir güzelleme niteliğinde. Ünlü görüntü yönetmeni Christopher Doyle’un büyüleyici görüntüleriyle belgesel Belfast’ın ruhunu, gündelik yaşamını başarıyla yansıtıyor.

Savaşın altüst ettiği Irak’taki bir Kürt köyünde geçen The First Movie’de (2009) Mark Cousins, köyün çocuklarına filmler gösterdikten sonra onlara ilk filmlerini çekmeleri için kameralar veriyor. Belgesel, sinemanın iyileştirme ve tüm yaştaki bireyleri etkileme gücünü kanıtlıyor.

25 ülkeden 53 filmin incelendiği A Story of Children and Film (2013), dünya sinemasında çocukları anlatan ilk film olma özelliğini taşıyor. Cousins bu başarılı çalışmasında çocukluk döneminin tutku dolu, coşkulu, duygusal bir portresini çiziyor. Belgeselinde seçtiği filmler çocukların, gençlerin kinetik enerjisini doğrudan doğruya izleyiciye aktarıyor. Bu seçki içerisinde 400 Darbe, Kırmızı Balon, Hal ve Gidiş Sıfır, Fanny ve Alexander, Şarlo Yumurcak, Masamdaki Melek, E.T., Los Olvidados, The Night of the Hunter, Forbidden Games, Crows, Willow and Wind, The Unseen gibi yetkin örnekler yer alıyor.

Kaynak: Cumhuriyet.com.tr