Yakın tarihimizin savaş gerçeği ve uzantıları... Kendi vatandaşlarının bir bölümünü düşman olarak gören otoriter rejimlerin karanlık baskısı altında yaşanan acılar... Ve farklı biçimleriyle süregelen ırkçılığın, kölelikle başlayan tarihsel süreç içinde geldiği nokta... Bu üç eksen etrafında toplayabileceğimiz bir dizi film, her renk faşizmin ayak seslerinin duyulduğu dünyamızda yaşanan küresel acıları, sıkıntıları ve tedirginlikleri, sinemanın duyarlı diliyle gündeme getiriyordu.

Umutsuz direniş...

Amerikalı genç zenci yönetmen Nate Parker (1979), ABD’nin Virginia eyaletinde, 1831 yılında başkaldıran Nat Turner adlı kölenin öncülük ettiği umutsuz direnişin nasıl barbarca bastırıldığını, başrolü de kendisi üstlenerek gözler önüne seriyordu. İlk kez yılbaşında, Sundance Festivali’nde ilgi gören “The Birth of a Nation”un (Bir Milletin Doğuşu) Fox şirketi tarafından yüksek bir fiyatla satın alınmış olması, Toronto’daki ilgiyi daha da arttırmıştı. Filmin yönetmeni ve senaryo yazarının, 17 yıl önce suçlanıp aklandıkları bir ırza geçme davasının hemen ısıtılarak gündeme getirilmesi, “Bir Milletin Doğuşu”nun doğurduğu rahatsızlıklarla mı bağlantılıydı acaba?

Ülkesinde bir süre kültür bakanı olarak da görev yapan Haiti’li yönetmen Raoul Peck’in (1953) filmi “ I Am Not Your Negro” (Ben Sizin Zenciniz Değilim), ırkçılığın süregelen farklı biçimlerini, son elli yıllık süreç içinde yaşananların belgesel görüntülerinden ve konuyla ilgili klasik filmlerden alıntılar yaparak çözümleyen sağlam bir çalışma. Bu eğitici ve düşündürücü filmin belkemiğini, James Baldwin’in 1979’da kaleme aldığı kısa bir metin oluşturuyor. Raoul Peck, çarpıcı kurgusu gerisindeki bu metni, tanınmış zenci oyuncu Samuel L. Jackson’un sesinden dinletirken, Baldwin’in yazdıklarının bugün ne yazık ki daha da keskinleşen bir güncellik içerdiğini gösteriyor

Andrzej Wajda’dan taptaze bir film

Polonya sinemasının 90 yaşındaki çınarı Andrzej Wajda, toplumsal gerçekleri siyasi boyutlarıyla işlemekte ne kadar usta olduğunu, taptaze bir filmle kanıtlıyor: İlk kez Toronto’da gösterilen “Afterimage”, 1950’ler Varşova’sında sanat ve kültür dünyasına yönelik baskıları gözler önüne seren etkileyici bir film. Stalinist rejimin, düşünce özgürlüğü tanımayan uygulamalarla, aydın ve sanatçıları nasıl baskı altında tutarak yönlendirmeye çalıştığını, tarihi gerçek olaylardan yola çıkarak anlatıyor. Yaratıcı özgürlüğünden taviz vermek istemeyen “dikbaşlı” bağımsız avangardist ressam Wladyslaw Strzeminski’nin (1893- 1952) trajik sonunu, duygu sömürüsü yapmadan sahneye koyuyor. Renkleri ve ideolojileri ne olursa olsun her tür otoriter rejimin, kutuplaştırıcı baskı yöntemleri uygulayarak, düşünme, yaratma ve ifade etme özgürlüklerine karşı nasıl canavarlaştığını gösteriyor.

Tarık Akan...

Bu satırları yazarken, Tarık Akan’ın ölüm haberi geliyor. Son olarak beş/altı yıl önce, Kars’ta bir otelin lobisinde karşılaştığım o sakallı yumuşak yüzünü, sürekli sorgulayan sevecen gözlerini anımsıyorum. Yukarıda sözünü ettiğim filmlerin hepsini sevecekti kuşkusuz Tarık Akan. O ezilen Polonyalı ressamı da, başkaldıran zenci köleyi de başarıyla canlandıracak yetenekte bir oyuncuydu. Onlar gibiydi. Onların değişik dönemlerde tanık oldukları haksızlıkların, yaşadıkları baskıların benzerlerini, başka dönemlerde başka bir coğrafyada yaşamıştı. Bu toplumsal ve siyasi bilinçti kuşkusuz, Tarık Akan’ın yaratıcı yorum gücünü kamçılayan... Uğurlar ola!

Kaynak: Cumhuriyet.com.tr