Vaktiyle Michael Radford’un Antonio Skarmeta’nın “Ateşli Sabır” oyunundan sinemaya uyarladığı filmde, Fransız aktör Philippe Noiret’nin canlandırdığı Şilili ünlü şair Pablo Neruda’nın hayatından hayali bir dönemi konu edinerek, siyasi görüşlerinden ötürü ülkesinden kaçıp İtalya’da bir adada sürgünde olan şaire mektuplarını getiren basit bir postacıyla (Massimo Troisi) kurduğu sıcak dostluğu anlatan “Il Postino-Postacı”yı (1994) ne çok sevmiştik çeyrek yüzyıl kadar önce.

Kuşkusuz roman gibi yaşamı ve devrimci şiirleriyle 20. yüzyıl tarihine-edebiyatına damgasını vurmuş, eseri ve kaderiyle bizim Nâzım’ımızla benzerlikler gösteren bu büyük şairi şimdi yeniden beyaz perdeye taşıyan, kaçırılmayacak bir film gösterime giriyor bugün:“Neruda”.

Lokomotif sürücüsü babadan olma, öğretmen anneden doğma, gerçek adı Ricardo Reyes Besualto olan Pablo Neruda (1904- 1973) genç bir diplomat olarak Asya’da İspanya’da Paris’te bulunmuş, şair Lorca’yla, Rafael Alberti’yle yakınlaşmış, İspanya iç savaşında da şair Cesar Vallejo’yla birlikte Cumhuriyetçilerden yana tavır alınca devlet görevinden ayrılmış, 1945’de de Şili Komünist Partisi’ne girmiş ve senatör olmuştu bilindiği gibi.

1973’de Allende karşıtı darbede evi basılıp darmadağın edilen, zaten kalbinden rahatsız olan şairin ölümünün ardından yapılan büyük cenaze töreni, devrimcilerce 1989’a dek süren faşist cuntaya karşı yapılan ilk büyük bir protesto hareketi olmuştu. Amerikan yerlileriyle İspanyolların karışımından oluşan Şili halkının emperyelizme karşı mücadelesiyle vatan sevgisi üstüne yazılmış ve ulusal sınırları aşarak Latin Amerika şiirine katkıda bulunmuş “El Canto General de America-Büyük Amerika Şarkısı” (1950) adlı başyapıtı da, Neruda’nın bu kaçak ve çetin döneminin ürünüdür.

‘Kurmaca içinde kurmaca’

Seçilmiş başkan Allende’yi ABD desteğiyle devirip yıllarca Şili’ye egemen olan diktatör Pinochet’nin o yoğun baskı-korku- şiddet yıllarına ilişkin 2008- 12 arasında yaptığı (“Tony Manero”, “Morg Görevlisi”, “No”) politik üçlemesiyle tanındıktan sonra Darren Aronofsky’nin önerisiyle Hollywood’da Kennedy’nin bahtsız dulu üstüne çektiği “Jackie” (2016) adlı biyografik film denemesini kısa bir süre önce seyrettiğimiz, babası zengin bir sağcı politikacı olan, 40 yaşındaki Şilili genç sinema ustası Pablo Larrain’in, Guillermo Calderon’un ‘kurmaca içinde kurmaca’ yapısına sahip, usta işi senaryosundan çektiği “Neruda”, işte ‘deniz yosunu kokan’ bu şişman komünist şair senatör hakkında, Şili’de komünizmi yasaklayan devlet başkanı Videla tarafından 1947’de açılan soruşturmayla başlıyor.

Kadınları, içkiyi, randevuevlerini çok seven, fahişelere kitaplarını hediye eden, hitabetiyle yığınları etkileyip kalabalıkların sesi olan, aşk-öfke şairi Neruda’yı oynayan Luis Gnecco’nun başarılı performansıyla sürüklediği filmi polis Peluchonneau anlatıyor. Tutuklanmasını bizzat isteyen Videla tarafından şairi yakalayıp rezil etmekle görevlendirilen polis şefi Oscar Peluchonneau’nun (yönetmenin “No”da başrolü verdiği, bizim “Yasak Aşklar Köpekler”den beri gözde oyuncumuz Gael Garcia Bernal, bu kez kitaplarını mecburen karıştırdığı şaire karşı nefretle hayranlık arasında gidip gelen, sinsi, pisbıyık bir dedektif olmuş) 300 kadar adamıyla Neruda’nın peşine düştüğü, amansız bir insan avına odaklanıyoruz sürükleyici bir polisiye havasındaki, 107 dakikalık film boyunca. Çocuğuyla terkedilmiş Hollandalı ilk karısı Maria Hagenaar’ı şairin aleyhine kullanmak istemesi boşa çıkan, kendini Neruda’yla özdeşleştirmekten alamayan, Amerikan hayranı polis Peluchonneau, şairin bir zamanlar âşık olduğu Maria’yla sevişmekten de geri kalmıyor. ‘Hep dil-imla yanlışlarıyla dolu, zorbaca kanunlar yapacaksınız’ diye eleştirdiği politikacılarca hainliği vurgulanan afişlerle aranılan ama parti ve dostlarınca korunarak o dönemki ressam karısı Delia’yla (Mercedes Moran) köşe bucak hep saklandığı zorlu bir 1948 yılı geçiren, sonunda geçilmez Ant dağlarını tabanvayla aşarak ulaştığı Fransa’daki sefih gençlik günlerini anımsayan şairimizin hikâyesinin finalini (bir başka Pablo) Picasso yapıyor filmde, Paris’teki konuşmasıyla.

‘Aile-suçluluk’...

2016’yı “Jackie”yi izleyen ve doğrusu alışılmış ‘Bio-pic’ türüne yeni bir soluk getiren bu “Neruda”yla tamamlayan, aile-suçluluk temalarıyla ülkesinin yakın tarihine bakan ilginç filmleriyle kuşkusuz günümüzün önemli yönetmenlerinden biri olagelen Pablo Larrain’in, adaşı Neruda’nın, şairin hakkındaki tutuklama komutundan sonra ortalıktan yok olduğu o 2 yıllık zorlu sürecine kamera tuttuğu bu son filmi, içeriği, anlatımı, görüntüleri (kameraman Sergio Armstrong), müzikleri (Federico Jusid) ve montajıyla (Herve Schneid) mutlaka görülesi bir film sinemaseverlerce. (Not: Aylık sinema dergisi Altyazı’nın mart sayısında çıkan, Fırat Yücel’in “Neruda” hakkındaki ayrıntılı yazısı meraklısına salık verilir.)

Kaynak: Cumhuriyet.com.tr