Çağdaş müziğin zirvesinde yaşayan en usta bestecilerden biri olan Krzysztof Penderecki, parmak izinin notalara yansıttığı yapıtlarını yönetmek için 21 Nisan Perşembe akşamı BİFO’nun şef kürsüsüne çıkacak. Aaron Copland, soyut ifade ve hayal gücünün müzikteki karşılığını en mükemmel şekilde veren sanatçılardan biri olarak gösterilen Penderecki için “elliler kuşağının en iyi bestecilerinden biri” demişti ve yıllar da onun haklılığını gösterdi. Gençlik yıllarından itibaren Penderecki, gerek avangard müzik festivallerinde, gerek opera sahnelerinde, gerekse savaş sonrası psikolojisinin müzikle dışavurumunda hep ön plandaydı. Stanley Kubrick de başyapıtı The Shining’de onun müziklerini kullanmayı tercih etti. Anne-Sophie Mutter, Mstislav Rostropovich ve Boris Pergamenschikow gibi alanının zirvesindeki sanatçılarla işbirliği yaptı; yapıtları seslendirildi. 1966 yılından günümüze dek aralarında North-Rhine Westphalia Sanat Büyük Ödülü, Sibelius Altın Madalyası, Arthur Honegger Ödülü Birinciliği, Polonya Ulusal Ödülü, UNESCO Müzik Konseyi Ödülü, Cannes’da “Yaşayan en büyük besteci” Ödülü, Alman hükümeti Grand Cross’u, Chevalier de Saint Georges gibi onur madalyaları, bestecinin sahibi olduğu ödüllerden yalnızca bazıları. Penderecki, kendi müzik yaklaşımını şu sözlerle anlatıyor: “Yaşamımın onlarca yılını yeni sesler aramak ve keşfetmekle geçirdim. Aynı zamanda müzikte geçmiş dönemlerin formlarını, stillerini ve armonisini yoğun bir şekilde çalıştım. Her iki prensibe de bağlı kalmaya devam ettim... şimdiki üretimim, bu sentezin sonucudur”. Çoksesli müzikle ve çağdaş halleriyle ilgili olsun veya olmasın sanatın bu yaşayan efsanesini görebilecek olmak çok büyük bir şans. İstanbul Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı’nde gerçekleşecek konser 20.00’de başlayacak.

- Kariyeriniz boyunca sizi teşvik eden ya da tam tersi kimse oldu mu? Bir akıl hocanız var mıydı?

Aslında birçok besteci, özellikle de klasikler. Elbette bütün klasik besteciler üzerine çalıştım ve aralarında ilham aldığım sadece bir değil, birkaç kişi vardı. Beethoven gibi, Palestrina gibi, son dönem Johann Sebastian Bach gibi. Barok müzik ve Rönesans müziğini düşündüğümüzde, besteci olarak benim arka plandaki akıl hocam onlardı. Ve ben umuyorum ki, sanıyorum ki klasik müziği temel alan kendi müziğimi geliştirdim. Fakat benim müziğim de son elli-altmış yıl boyunca, hep aynı değildi. Değişiyordu. Mesela altmışlarda çok çağdaş, çok avant-garde besteler yapıyordum. Birçok yenilik buldum. Aynı zamanda, o dönemde yazdığım "Threnody to the Victims of Hiroshima" veya yaylı orkestrası için "Polymorphia" eserlerindeki notasyon da farklıydı. Çok avant-garde bir müzkti. Sonraları estetik ve müzik anlayışımı değiştirmeye başladım. Post-romantik, daha doğrusu yeni-romantik dönemden bazı ilham aldığım şeyler vardı. Özellikle sizin etkinliğinizde de çalacağım “2. Senfoni”’de duyabileceğiniz şeyler.

- 20. Yüzyılın belli olayları ve üzücü kayıplarından etkilenerek yazdığınız birçok eseriniz var. Dokunduğunuz konular milliyetlerin, sınırların ve dinlerin çok ötesinde. Hem bir insan hem de bir sanatçı olarak, hayatta insanlarla empati kurmak için kullandığınız araçlar nelerdir?

Benim hayatımda, gençliğimden hatırladığım bir savaş var, İkinci Dünya Savaşı. Bu elbette ki Polonya tarihinde çok ayrı bir dönemdi. Belki de bu sebepten dolayı neler olduğunu, niçin olduğunu hatırlamaya çalıştım. Benim müziğimde, geçmişle, tarihle bağlantılı, "Threnody to the Victims of Hiroshima" gibi birçok eser bulabilirsiniz. “Polish Requiem” belki de Polonya tarihiyle en bağlantılı olan eserimdir. Ve birçok başka eser de var. Altmışlar boyunca tarihin, yaşadığım zamanın anısına eserler yazmaya çalıştığım, son derece avant-garde dönemde benim müziğim değişiyordu. Sanırım çok uzun zamandır benzer eserler yazmıyorum. “8. Senfoni”yi yazdığım zamandan beri istediğim, müziğin başka bir formuna daha çok odaklanmış durumdayım. Başka bir senfoni daha yazmak istiyorum. Çünkü bence, tarihsel olarak baktığımızda, dokuzuncu bir senfoninizin olması güzel bir gelenek olur. Aynı zamanda birçok yeni opera fikri üzerine çalışıyorum. Bugüne kadar dört opera yazdım ama gelecekte, önümüzdeki on yılda, bir ya da iki, hatta belki üç opera daha yazmak istiyorum. Planım bu. Tarihe, savaş zamanına yeniden dönmek istemiyorum, artık değil. Sanırım şu anda, benim için müzikte artık absürt yok. Müzik, şiirde olduğu gibi bir şeyi direk olarak söyleyemez. Müzik bağlantıdan soyutlanmış bir sanat türüdür. Bence bu saf ve absürt.

- İstanbul’da viyolonsel uyarlamasını dinleyeceğimiz keman konçertonuzu, Güney Amerika’nın bağımsızlık mücadelesi kahramanı Simon Bolivar’ın iki yüzüncü yıl dönümü anısına Venezuela Hükümeti’nin talebi doğrultusunda yazmıştınız. Bu eser Venezuela’nın müzikal karakteristiğini taşıyor mu? Simon Bolivar’ı müzikal olarak nasıl tanımlarsınız?

Hayır, hayır. Venezuela ile kuvvetli bir bağım vardı çünkü altmışların başında oraya davet edilmiştim. Döndüğümde birçok harika Venezuelalı müzisyen tanıyordum. Ama bu sadece Venezuela’ya özgü değil, dünyanın her yerini ziyaret ediyordum.

* İstanbul konserinizde, totaliter rejime karşı savaşmış, oldukça tanınan bir isim olan arkadaşınız Stefan Wyszynski’ye ithaf ettiğiniz, “Polish Requiem”den “Agnus Dei”yi sahneye koyacaksınız. Eserde onu nasıl tanımladınız?

Savaş sonrası dönemde çok önemli bir isimdi. Komünistlerle savaşmıştı. Aynı zamanda Polonya’da çok önemli, çok etkili bir isimdi. Kendisi benim müziğime de çok katkıda bulundu çünkü konserlere gelirdi. Herkesin çok iyi hatırladığı Wyszynski, savaş sonrası dönemde çok önemli bir isimdi. Onu yakından tanıyabildiğim için çok gurur duyuyorum. Ölümünden sonra ona ithaf ettiğim “Agnus Dei” adlı eseri yazdım.

İki numaralı senfoninizin avant-garde’dan yeni bir şeye geçiş olduğunu farz etmek doğru bir düşünce olur mu? Neden ikinci başlık olarak “Christmas Symphony” (Noel Senfonisi) ismini verdiniz?

Aslında bir sebebi olmadan oldu. “2. Senfoni”den itibaren müziğim biraz değişti. Öncesinde avant-garde vardı, absürt vardı. Sonrasında ise, “2. Senfoni”de büyük senfonilerin gelenekleri yer buldu. Ayrıca 19. Yüzyılın senfonilerinin şekline uygun unsurlar da var. Müzik elbette çok farklı. Çok hareketli diyebiliriz. Bu eser aslında oldukça da popüler oldu ve insanlar çok sevdi. Türkiye’de de birçok kez bu eseri yönettim. Bu ilk olmayacak.

* Bir İstanbul konserinde bu üç eseri bir araya getiren şey nedir?

Bu üç eser birbirinden tamamen farklı. Yani, o kadar da bir arada değiller. Bence bu üç eser benim gelişimim, benim müziğim için çok önemli yeri olan eserler. “2. Senfoni” belki en çok bilinen eserim. Ama birbirleriyle bağlı değiller. Tamamen farklı eserler. Mesela “Agnus Dei” A Capella bir eser. Kardinal Wyszynski’nin ölümünden sonra “Agnus Dei”yi A Capella olarak yazdım ve "duo"lar seslendirdi. İlk önce A Capella’ya, sonrasında ise yaylı orkestrası için bir uyarlamasını yapmaya karar verdim.

* Aynı zamanda orkestra şefisiniz? Neden sadece kendi eserlerinizi yönetiyorsunuz? Yetişmekte olan nesillerin orkestra şeflerine, özellikle de sizin eserlerinizi çalacak ya da yönetecek olanlara önerileriniz nelerdir?

Bu doğru değil çünkü ben her şeyi yönettim. Sadece kendi müziğimi yönetmiyorum. Ama elbette, eğer bu konserde de olacağı gibi bir imkân doğduğunda, kendi eserlerimi yapmak hoşuma gidiyor. Ama diğer bütün eserleri de yönetiyorum. Bu şekilde öğreniyorum. Sadece kendi müziğime odaklanmış değilim.

* Yetişmekte olan nesillerin orkestra şeflerine, özellikle de sizin eserlerinizi çalacak ya da yönetecek olanlara önerileriniz nelerdir?

Biliyorsunuz ki neredeyse sayısı yüze varan birçok eser yazdım. Hepsi birbirinden farklı. Her birinde, hatta bütün senfonilerimde farklı esinlenmeler var. Tabi ki bir şekilde bağlılar ama her senfonide farklı bir şey, farklı düşünceler ve farklı mesajlar var. Yani, aslında kendi müziğim hakkında konuşmak epey zor geliyor. Eğer diğer şefler benim eserlerimi yönetmek isterlerse memnuniyet duyarım. Her şeyi yönetmelerini öneririm. Mesela burada yöneteceğim eserler birbirinden çok farklı. Hepsi farklı zamanlarda yazıldı. Ama hepsim benim yazdığım müzik olduğu için tabi ki aralarında bir birlik var. Bir şekilde birbirlerine bağlılar.

* Eserlerinizden bazıları Kubrick’in “The Shining”i, Friedkin’in “The Exorcist”i, Scorsese’nin “Shutter Island”ı, Lynch’in “Inland Empire”ı gibi sinema başyapıtlarında kullanıldı. Müziğinizde sinema için uygun olduğunu düşündüğünüz görsel kavramlar nelerdir? Müziğinizin hangi özellikleri bu yönetmenlerin dikkatini çekmiş olabilir?

Aslında o müzikleri filmler için yazmadım. Ama bazı yönetmenler, sinema yönetmenleri benim müziklerimi kullandılar. Mesela “The Shining” gibi. Tabi ki Kubrick muhteşem bir rejisör. Ama ben müziğimi yazarken hiçbir zaman filmdeki şeyleri düşünmedim. Biri kullanmak istiyorsa, neden olmasın! Örneğin birileri Kubrick gibi başarılı işler yapıyorsa neden olmasın! Sadece Kubrick de değil, birçok başka yönetmen de kullandı.

* Son soru. Beste yapmak, eğitim vermek ya da seyahat etmek açısından gelecek planlarınız nelerdir?

Bir sürü planım var. İlk olarak Viyana Devlet Operası için, üç yıl içerisinde galası yapılacak olan yeni bir opera yazacağım. Aynı zamanda senfoni dizimi tamamlamak istiyorum. Biraz geçmişten bahsedersek, benim için çok önemli olan bestecilerin bir geleneği var; hepsi sadece dokuz senfoni yazdılar. Ben de bu geleneği takip etmek isterim. Çünkü biliyorsunuz, Beethoven, Dvorak ve daha birçok besteci sadece dokuz senfoni yazdı. Bence bu yeterli de. Eğer söyleyeceklerinizi dokuz senfonide söyleyemediyseniz, fazla şey söylemek istiyorsunuz demektir. Senfonilerin yapısı çok zengindir. Her zaman farklı yazıyorum, farklı bir yapı kullanıyorum. Bence bestecilerin yaptıkları işlerin en üst seviyesi senfonidir. Bu yüzden dokuz senfoni yazacağım, fazlasını değil.

KONSER PROGRAMI

KRYSZTOF PENDERECKI şef

LÁSZLÓ FENYOE viyolonsel

PENDERECKI Polish Requiem’den “Agnus Dei”

PENDERECKI Viyola ve Orkestra için Konçerto (viyolonsel için uyarlama)

PENDERECKI 2. Senfoni

Kaynak: Cumhuriyet.com.tr