İnsan doğası, biliyoruz ki temelde zaman ve mekân ötesidir. İyi güzel de, zaman, ortam ve mekân ne olursa olsun, özgün bir sanat yapıtı, o kaçınılmaz dürtülerin kılcal damarlarına dek inmeye çalışmaz mı? Farklı perspektifler bularak, o çelişki yumağı doğanın loşta kalan bir yanını, değişik bir boyutunu, beklenmedik bir ışıkla aydınlatmaya çabalaması gerekmez mi? Sofia Coppola (1971) da, Jacques Doillon (1944) da, bu noktada başarılı değiller; rahat izlenen hoş filmler imzalamanın ötesine geçemiyorlar.

Sanatçıların yaşamlarını sinemada canlandırmak kuşkusuz zor olanı seçmektir. Bu tür zorlukların üzerine gitmeyi seven Jacques Doillon‘un heykeltıraş Rodin’i anlatacağını duyunca heyecanlanmıştık. Karanlık tutkuları, içtenci Fransız sinemasının geleneksel dilinden farklı bir iç alevle sahneye koyan Doillon’un Rodin’le buluşması kıvılcımlı olabilirdi. Auguste Rodin ile Camille Claudel arasındaki fırtınalı ilişki, sinemada çok işlenmiş olmasına karşın, bu yeni “Rodin”in de ana damarını oluştururken, herhalde farklı yansımalar getirecekti... Bu yüksek beklenti, kuşkusuz düşkırıklığının da yüksek olması sonucunu doğurdu. Camille Claudel’le evlenmek istemeyen ama güzel modellerinin hepsiyle yatan Rodin’nin sanatında bir dönüm noktası olan Balzac heykelini yapmaya soyunduğu dönemdeki bunalımlı yaratıcı sürece odaklanmayı tercih eden Doillon, inandırıcı olamıyor. İkinci plana ittiği fırtınalı aşk ilişkilerinin soluğunu beyazperdeye taşımakta da yetersiz kalıyor. Geriye, iki yıl önce Cannes’da En İyi Erkek Oyuncu Ödülü kazanan Vincent Lindon’un başarılı Rodin yorumu kalıyor. Bir de, mavi/ gri tonların hâkimiyetinde estetik bütünlüğü yakalayan özenli, donuk görüntülerin çarpıcılığı...

Sofia Coppola biraz daha eskilere, 1860’ların Amerika’sına, iç savaşın son yıllarına götürüyor izleyicisini. Aslında, Don Siegel’in 1971 yapımı Clint Eastwood’lu filminin remake’i olan, Nicole Kidman, Colin Farrell ve Kristen Dunst’lu “The Beguiled” bir kapalı mekân filmi. Varlıklı ailerin kızlarının eğitim aldığı orman kıyısındaki bir malikânede geçiyor. Beş genç öğrenci kız, bir kadın öğretmen artı müdire hanım, ormanda bir ağacın altında yaralı buldukları ‘düşman’ asker yankee’ye, hıristiyanlığın gerektirdiği merhametle yardım elini uzatarak, iyileşene kadar teslim etmeme kararı alırlar. Yakışıklı bir askerin, sıcak savaş ortamında, iki güzel kadın ile beş yeni yetme genç kızla birlikte aynı çatı altında kalması ilk bakışta ne demekse o olacaktır...

Her şey, senaryo, dekorlar mizansen hepsi, o zengin kızların eğitim aldığı yatılı özel okuldaki gibi tertemiz, düzenli, hoş ve klasik. Sürprizler bile öyle; ellerinde davetiye, terbiyeli bir tavırla kapıyı çalarak, buyurun demenizi bekliyorlar sanki...

Kaynak: Cumhuriyet.com.tr