Moskova’da “dostluk ödülü” aldı; Nâzım’a adanmış gecenin bir yarısında... Hep Nâzım’a dost kalmış, Nâzım’dan beslenmiş ve Nâzım bestelemiş olduğu için... Bremen’de, çokça Alman arkadaşı, meslektaşı ve izleyicinin olduğu bir akşamüstü, tarihi bir salonda, “Ada”sının, yani sözden kalbe vuran en güzel şarkılarının olduğu plağının ilk versiyonu uzatıldı önüne. Bir cam fanus içinde; ödül niyetine ve “sürgün” zamanlarının bir anısı olarak... Bremen’de, bir başka gecede, Yaşar Kemal’e saygılar sunarak 30 yıl önce çektiği “Yer Demir Gök Bakır” filminin gösterimi yapıldı. Gösterim sonrası sahneye davet edildi, kalabalığa “karlı Alevi köyleri”nden anılar paylaştı ve “beyaz atlara binip giden insanlar”ı hatırlattı! Anlattıkları, anında Almancaya çevriliyordu. Ve o gece geriye kalan “bir avuç hüzün”dü... Yaşar Kemal’in roman dünyasını filmle anlatabilmek, Yaşar Kemal’i yad etmek, ödüllerin en büyüğünü hak ediyordu zaten..

Bir yaz gecesi rüyası

Atina’da, 2200 yıllık Odeon Tiyatrosu’nda, ömrünü yine kendisi gibi “barış”a adamış bir başka yol arkadaşıyla, Theodorakis’le adı anons edildi. Dostu Mikis’le birlikte “Akdeniz’in büyük bestecisi” olarak geçecekti kayıtlara. Kardeşi de duyuyordu, eloğlu da, Akdeniz’in ve Ege’nin balıkları da! Ve İstanbul’da, “bir yaz gecesi rüyası” yaşandı; sevdikleri, yakınları, sözden, müzikten, basından, köşelerden ve edebiyattan dostlarıyla yan yana geldi. Gecenin orta yerine roman tadında hatıralar bırakıldı; memleketten hazin insan manzaralarını, binbir renkli, çok dilli, çok acılı Anadolu yaşanmışlıklarını romanlara aktardığı için ve romanları da binbir dile aktarıldığı için dakikalarca ayakta alkışlandı... Roman kahramanları(!) da ayaktaydı o gece; görünmüyorlardı ama gülümseyerek ödüllendiriyorlardı Livaneli’yi...

 

 

Yüzünü barışa döndü

Bu beş gecenin beşi de Zülfü Livaneli içindi ve şu geçen günlerde, haziran ortasında yaşandı... Zülfü Livaneli, 70 yaşına ve “ellinci sanat yılı”na böyle girdi. Çok okyanus geçmiş, çok denizde yitip gitmiş, kırılmış direklerle çokça seferden dönmüştü; isyan etmiş, aldanmış, kavga etmiş, pişman olmuş, ruhu yaralanmış ve yalnız kalmıştı ama... 70 yaşını, “çınarlı, mavi ve sakin bir liman”a yanaştırmıştı sonunda...

Hayatımıza dokundu

Tabii ki hüzünlerin yanı sıra sağlam dostluklar, umut ışıltıları, gümbür gümbür patlayan kahkahalar, sevdayla dokunan anlar ve milyonlarca hançerden yükselen diri seslerin gürleyişi ve bin yıla kalacak eserler de sağsalim gelivermişti kıyıya!.. Zülfü Livaneli, besteleri, sözleri, sineması, film müzikleri ve romanlarıyla yıllarca hayatımıza dokundu. Acıda, kahırda ya da coşkuda çıkıp geldi ve gökyüzüne bir melodi bırakıp, bir söz uçurup döndü... Evet evet, 70 yaşı ve 50 sanat yılı “savrulan yapraklar gibi akıp giden günler”le de, “sevdalı bir hayat”la da gelip geçmişti...

Yaşamı ve sanatıyla uzun ve zorlu bir yolculuktu Livaneli’ninki... O da bu yıllar içinde milyonlarca yol arkadaşı buldu kendisine; dinletti, izletti, seyrettirdi, okuttu, etkiledi, yol gösterdi. Müzikle başladı yolculuğuna... Radyolara giremeyen Alevi türkülerini kulağımıza aktardı. Dışarı çıkamayan hapishane ezgilerini derledi. Mırıldananların mahpushanelere tıkıldığı ağıtlar yaktı... Ülkenin yarım asırlık tarihine, her haline tanıklık etti, bizi de tanık olmaya davet etti. Kimi zaman umutlar saçarak... Kimi zaman acılardan bir türkü tutturarak...

Kimi zaman bir nehir gibi akıp giderek... Bazen duvarları yıkalım diyerek, bazen kan çiçeklerini hatırlatarak... Bazen yalan dünyayı işaret ederek... Bazen uzak bir mezrada “memik oğlan”ın mezarı başında durarak. Aşkı da eksik etmedi. Teni ilaç olanların, nefes nefese sevdalananların, ölümüne bir çift güvercin olarak göğe yükselenlerin hikâyesini notalara dönüştürdü.

Özgürlüğe yelken

Doğaya da döndü yüzünü, barışa da... Töreye de, otoriteye de, ihanete de sözü oldu. Zalimleri, tahtları, şahları diline doladı. Özgürlüğe yelken açtı... Yiğitlere, devrimcilere, şehitlere gözyaşı döktü... Madımak’ı da, Gezi’yi de, Dersim’i de dert edindi... Mevlana için de, Gazi Mustafa Kemal için de, Nâzım için de, “Darağacında Üç Fidan için de, Hrant için de kayda girdi. Yol’a, Sürü’ye, Otobüs’e müziğiyle kan ve can verdi. Çocuklara da seslendi komşulara da, çocuklar için de haykırdı, çocuk yaşta yitip gidenler için de... Yol üstünde edebiyat durağına da uğradı...

 

Dünyanın sesi sesine karıştı

Besteleri çoktaan dünyanın bir ucunda efil efil esiyordu zaten. Düşünün ki “Leylim Ley”, 22 ülkede 22 dilde marşa dönüşmüştü. “Yiğidim Aslanım”sa, bizim topraklardaki demokrasi şehitlerinin ağıdı olmanın yanı sıra, daha pek çok ülkenin matemine eşlik etti... Livaneli’nin bestelerini Bono da söyleyecekti, Dallaras, Faranduri, Alexiou, Yasmin Levy de... Dünya yorumcuları da... Türkiye’nin popüler şarkıcıları ise çoktaan ezberlemişlerdi. En arabeskinden Müslüm Gürses, en alaturkasından Zeki Müren, en kalabalığından İbrahim Tatlıses, en popundan Ajda Pekkan, en romantiğinden Sezen Aksu... Ve en “Roman”ından Kibariye...

Yurttaş tavrı

Bir halk gülüyorsa gülümsemeli bir sanat adamı, ağlıyorsa tabii ki gözyaşı da dökmeli... Livaneli, yıllar boyunca ürettikleriyle, sanat eserleriyle hem gözyaşının hem gülümsetmenin yanında dururken, yurttaş olarak da tavrını gösterecekti. Bir kültür adamı olarak dünyanın pek çok siyasetçisiyle (Gorbaçov’dan, Mitterand’dan Mercury’e kadar) yan yana gelecekti; ne yazıyorsa ne düşünüyorsa sakınmayacaktı sözünü. Gazi Mahallesi’nin yakınlarını yitirmiş kırgın ve öfkeli insanlarına “sakin gücü”yle sakinliği işaret edecek, Gezi’de yürüyecekti hiç durmadan; “Özgürlük”ü koroya dönüştürerek...

Ankara Hipodromu’nu bir konser alanından çok “demokrasi mitingi”ne çevirecekti, 500 bin kişiyle birlikte... Ölüm oruçları ve açlık grevlerinde ağabey, Silivri Cezaevi önünde Can’dan ve Erdem’li dostları için nöbetçi olacaktı...

UNESCO’dan elçi de oldu, İstanbul’dan vekil de... Siyasetin “kör döğüşü”ne dayanamayıp “kurumsal politikacı”lıktan istifa edecekti ama siyasi düşüncesini hele ki yakın zamanlarda olan bitene karşı isyanını her fırsatta kararlı biçimde göstermeye devam edecekti. Ki 1500 yıllık Sur yıkılırken, yakılırken, kül olurken, ülkenin dört bir yanında tarihten kalanlar heba edilirken, elçisi olduğu kurumun, UNESCO yönetiminin tavırsızlığına da “pes” deyip istifayı basacaktı!! İşte... Moskova’ya, Bremen’e ve Atina’ya böylesine çarpıcı bir “hayat çizgisi”yle davet edildi Zülfü Livaneli, İstanbul akşamına da...

Moskova, Nâzım demekti başlı başına. Nâzım’ın mezarı başında fısıldadı, Nâzım şiirlerinden yaptığı besteleri. Kayın ormanlarıyla kaplı bu koca kentin görkemli salonunda, bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine ve “Kardeş Türküler”le birlikte Yiğidim Aslanım da söylendi, “Karlı Kayın Ormanı ve diğer Nâzım besteleri de. Koro halinde... Rus-Türk İşadamları Derneği Nâzım Komitesi Başkanı Ali Galip Savaşır’ın elinden aldığı, Nâzım dizeleri kazınmış ödül, pasta niyetine geçecekti o gece.

Binbir çiçekli bahçe

Bremen ise Livaneli’nin, 12 Mart günlerinde ülkesinden çıkmak zorunda kaldığı günlerde trenle Almanya’ya vardığı ilk duraktı. Anlamı vardı; dostları vardı hep... Ve tam da “doğum günü”ne denk düşen gecede, armağan üstüne armağan aldı Bremen’de. Konuşma yapmak için sahneye davet edilen Alman Parlamentosu Başkanvekili Claudia Roth sözlerine, “Bizim Türkiye’miz sensin. Sen bizim özlediğimiz Türkiye’sin Zülfü...” diye başladı.

Ve tam karşısında duran Livaneli’yi ve tabii ki salondakileri duygulandıran şu konuşmayı yaptı, özetle... “Zülfü Livaneli, siyasi olarak örnek aldığım bir insan. O bizler için, Avrupa’daki Türkiye dostları için, Türkiye’nin aydınlık geleceğe dönük yüzüdür. Türk, Yunan, Ermeni ve Kürtlerin barış içinde birlikte yaşamaları için on yıllardır yaptığı çalışmalar, bir barış projesi olarak Avrupa açısından da büyük önem taşıyor. Sevgili Zülfü, Parlamento Başkanvekili olarak belirtmek istiyorum; Almanya da senin yurdun...” Derken, Roth’un konuşmasının ardından sahne “binbir çiçekli bir bahçe”ye döndü... Alevi bir bağlama üstadı, Kürt bir vokalist, Ermeni kökenli Türkiyeli sanatçı Erman İmayhan, St. Stephanie Kilise Korosu ve Afrika kökenli bir caz sanatçısı Romy ve üstadlar üstadı ünlü Alman piyanist Henning Schmiedt... Tam bir Livaneli rüzgârı estirdiler, çokça eserini icra ettiler...

Mevlana’ya saygı sunan besteler de, “büyük felaket”in mağduru Comidas’a dizilen notalar da, “barış ve özgürlük”ten söz eden şarkılar da... Livaneli, gözlerindeki yaşı silerken, sahneye bu kez kendisi davet edildi. Eşi, can yoldaşı Ülker’e sarılıp alkışlar eşliğinde kalabalığın karşısına geçti. Ve evladı saydığı şarkılardan birini kızı Aylin’le söyleyecekti... “Yoruldum da yol üstünde oturdum/ Gittim padişahtan ferman getirdim/ Herkes sevdiğine kavuşsun diye...”

Bundan âl â doğum günü kutlaması olamazdı Livaneli için, pasta-börek, mum üfleme vs yoktu ama kutlamaları organize eden Bremen Radyosu yapımcılarından Peter Schulze, şapkadan sürekli tavşan çıkarıyordu! İlk satırlarda sözünü etiğim “Ada” plağının sembolik özel baskısının takdimi, ertesi gece yine çocuğu gibi saydığı Yer Demir Gök Bakır’ın özel gösterimi derken Livaneli’nin mutluluğu tavan yaptı... Alman Yeşiller Partisi Eşbaşkanı Cem Özdemir’den gelen ve “ağabey” diye başlayan ve “Ülkeni ve insanları hep sevdin. Yaşanan acıları, çekilen acıları yüreğinin en derinliklerinde hissettin. Bana ve sayısız gence hep örnek oldun, yol gösterdin. Sokakta, sahnede, alanlarda hep mücadele ettin. Ki bunun bedelini hapislerle, sürgünlerle ödesen de inadına ‘bir insan ömrünü neye vermeli’nin yaşayan bir sembolü oldun. İyi ki doğdun, iyi ki varsın Abi...” diye biten mesaj da duygulandırdı tabii ki...

***

Ve Atina, İstanbul... Atina 40 yıl boyunca çokça gittiği kentti Livaneli’nin. İstanbul’sa nereye giderse gitsin peşinden gelen bir koca şehir. Atina’daki “komşular” “Akdeniz’in “En Büyük Bestecisi” ödülü verdi “doğum günü armağanı” olarak. İstanbul’daki dostlarıysa, bir cuma gecesi Karaköy İskelesi’ne bakan bir yaz köşesinde yine gülümsetiyordu Zülfü Livaneli’yi. Ve fonda bir Livaneli şarkısı çalıyordu yine; anlamını yitirmeyen... “Bir vapur geçiyordu Boğaz’a doğru... Nâzım usulcacık okşuyordu vapur’u...”

***

30 yıllık dostu, 40 yıllık dinleyicisi olarak ben de başından itibaren okuduğunuz ve en samimisinden kaleme almaya çalıştığım yazıyı armağan ediyorum. Sen çok yaşa Zülfü Ağabey... İyi ki doğdun! Ne demiştin?.. İyi ki dünyanın geleneğinde “sanat” diye bir liman var...

Kaynak: Cumhuriyet.com.tr