Heykeltıraş ve enstalasyon sanatçısı Jane McAdam Freud, psikanalizmin kurucusu Sigmund Freud’un torunu. Gerçekçilik akımının en önemli temsilcilerinden ünlü ressam Lucian Freud ile ressam Katherine McAdam’ın kızı. Geçenlerde İstanbul Psikanaliz Derneği’nin üçüncüsünü düzenlediği ‘Sanatçı ile Buluşma’ etkinliğinin konuğuydu.

Terör endişesiyle pek çok kültür sanat etkinliği ertelenir, çeşitli müzik festivallerinin programı konuk sanatçıların konser iptalleriyle büyük oranda değişirken o, bomba momba dinlememiş. Taksim patlamasından sadece birkaç hafta sonra çıkmış, İstiklal Caddesi’ndeki buluşmaya gelmiş. Üstelik birkaç küçük ebatlı heykelini de ‘bavuluna’ atarak.

,Jane McAdam Freud, dünyaya babasının gözlerinden bakıyor adeta. Bakışlarındaki benzerlik her göreni hayrete düşürüyor. Konferans boyunca öyle heyecanla anlatıyor ki sanatsal üretimlerini, çoğu zaman tercümanı unutup cümleleri art arda diziveriyor. Sonra ansızın farkına varıp, kendisiyle dalga geçerek kocaman bir kahkaha patlatıveriyor. Sempatisi ve sıcaklığıyla salondaki herkesi avucunun içine almış zaten... Konuşmasını noktalarkense şöyle diyor, “Sorulara bayılırım! Haydi sorun, sorun”. Soruların ardı arkası kesilmezken, söyleşiye ayrılan sürenin sonuna geliniyor. Böylece başlıyor bizim sorularımız. Yine kahkahaları ve olanca sıcaklığıyla yanıtlamaya başlıyor...

‘Babamın korkuları vardı’

- Son dönemde işlerinizde başrolde kümes telini kullanmaya başladınız. Neden bu malzeme? Neleri sembolize ediyor?

İngilizceden Türkçeye ‘tavuk teli/kümes teli’ olarak çeviriliyor ama tam karşılığı çit teli. Bu manasıyla bakınca bir sınırı ifade ediyor. Bence bu tam bizim çağımızı, bizi anlatan bir malzeme. Çünkü hem çok kırılgan, hem çok şeffaf. Zamanımız da öyle. Bütün iletişim araçları bizi şeffaf hale getiriyor. Dolayısıyla bu tam da kendimi anlatmak istediğim malzeme. Freud’un dediği gibi ‘ego’nun olduğu yerde ‘id’ de vardır. Bu malzeme de hemen arkasını ve içini gösteren bir materyal. Biraz da bundan ötürü onunla çalışıyorum. Bu malzemeyle çalışmak elbette epey zor. İnsanın elini kesebiliyor. O yüzden pek çok sanatçı bu malzemeyle çalışmak istemiyor. Ama sanırım bu malzemeyi kullanıyor olmamın babamla ilgisi var. Babam da korkuları olan bir insandı. O yüzden böyle bir malzemeyle çalışmaya alışığım.

- Bu malzemenin zamana dayanırlılığı ne kadar? Ayrıca yapıtlarınızın kalıcılığını önemser misiniz?

Bu bir kere güçlü bir malzeme. Çit olarak dışarıda kullanılmak için üretilmiş. Paslanmaz çelik diyebiliriz. Elbette belli bir zaman sonra bozulur. Ama bizden, yani insan yaşamından daha uzun süre yaşamını sürdürür. Bazı heykelleri çit telinden yapıp, üzerini kille kaplıyorum. ‘Due Head’de (İkili Baş) olduğu gibi. Bu malzemeden üretilen heykeller kırılsa bile tekrar kalıplanabilir, tamir edilebilir, malzeme tekrar kullanılabilir.

‘Şeytanları eğlendiriyorum’

- Ne zamandır çit teliyle çalışıyorsunuz?

Aslında bu tel malzemeyi yeni kullanmaya başladım. Genelde bir kavrama yoğunlaşıyor, sonra o kavramı anlatacağım malzemeyi bilinçdışı olarak seçiyorum. Annelik ve özellikle dinle ilgili düşünmeye başladığımda bu malzeme aklıma geldi. Özellikle Tanrı’nın cinsiyeti var mı, varsa hangi cinsiyette olabilir sorusu üzerine düşünürken. Hem taşıyabileceğim, hem bakabileceğim hem de sarılabileceğim bir malzeme olması çok önemliydi. Yani aslında tam zamanlaması baba kalıbıyla ilgili çalışmayı bitirdiğim zaman oldu. Tam o ağır malzemeyle çalışmam bittikten sonra anne üzerine düşünmeye ve müthiş bir hafiflik hissetmeye başladım.

- Anne ile Tanrı kavramlarını birlikte düşünmeniz neden?

Yukarıya baktığımda aslında daha ruhani bir şeyler arıyor olduğumu fark ettim. Aslında aradığım ve bakınıp da görmek istediğim kişi annem. Bebek ve anne ilişkisinde de olduğu gibi. Bebekken yukarıya baktığınızda yüzünü gördüğünüz kişi annenizdir. Aynı zamanda atölyemde çalışırken de fark ettim ki bir stajyerin olması bana çok iyi geliyor. Bu da bana anne- çocuk ilişkisini çağrıştırdı. Annenizin varlığında her şeyi yapabilirsiniz. Oyuncakları kırabilir, birleştirebilirsiniz. Anladım ki ben hep bu deneyimi arıyorum. Benzer şekilde sanat izleyicileriyle de... O ilişki tam anne-çocuk ilişkisini temsil ediyor. Ve niye yukarılara bakıyormuşum ki ben, diyorum. Aslında aradığım anne. Baba için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Çünkü baba bir vardı, bir yoktu. Ama yokluğunda aradığınız hep anne.

Burada tamamen psikanalitik bir arayıştan bahsediyorum. Bir kadının kimliği ve kadın olarak varoluşunda belirleyici olan annesidir. Hani sorup duruyoruz ya; “nereden geldim” diye. Vajinadan geldim tabii ki! Annemin vajinasından. Belki katlanamadığımız bir gerçek, belki ruhani bir şeyler arıyoruz ama realite bu. Hepimiz ana rahminden geldik.

- Dedeniz, babanız, anneniz... Her biri tarihteki çok önemli isimler. Onların isimlerini sürdürüyor olmak, üzerinizde bir başarı baskısı oluşturuyor mu?,

Hem olumluluk hem de olumsuzluklar getiriyor. Onların genlerini taşıyorum. Zaten onlarım. Başkası değil. Ayırmak çok zor. İç içe geçmiş olduğunuzu görebiliyorsunuz. Benim çözüm yolum psikanalizle olmadı. Psikanalizi şeytan çıkarma ayinine benzetiyorum. Bense daha çok şeytanları sanatımla eğlendirmek istedim. Benim atalarımla, bütün bu tarih mirasıyla baş etme yöntemim sanatım oldu yani.

‘Kadına ayrımcılık sanatta da yapılıyor’

Bu eserde çit telinden altı top var. ‘Doğuş’ için bir sulama kabı (doğum için suyun dağılması gerekir), ‘Vaftiz’e dini olarak empoze edilenleri temsil etmesi için şarap kadehi koydum. Üçüncü top kadın olmayı öğrenmekle ilgili. İngilizcede ‘bitch’ kelimesi, Türkçedeki ‘kancık’ kelimesi gibi iki anlamlı. Hem ‘dişi köpek’, hem de ‘fahişe’ demek. Onun için o topa oyuncak köpek koydum. ‘Evcimenlik’ topuna ise sarı bir eldiven. Kadınlar ne yaparsa yapsın, evcimenlikle ilişkilendiriliyor. Benim gibi erkeksi görülen bir sanat disiplininde üreten heykeltıraş için bu çok acayip. Genelde bir ‘sanat’ var, bir de ‘kadınların yaptığı sanat’ var. Burada da ayrımcılık var yani. Neden sadece ‘sanat’ olmasın ki? Neyse... Gençken bütün bakışlar üzerinizde oluyor, ama yaş ilerledikçe kadın olarak görünmez oluyorsunuz. Bunun temsiliyeti olarak beşinci topun içini boş bıraktım. Altıncı topun içinde ise bir şişe ve onun içinde de kesilmiş saçım var. Saçım DNA’mı taşıdığı için hem ölümümü temsil ediyor hem de eserimi DNA’mla imzalamış oluyorum. Yaşam sonrasında bu sanat eserleri sayesinde canlılığımı koruyacağıma inanıyorum.

Kaynak: Cumhuriyet.com.tr