Emekliliğe yakın bir mezbaha müdürüyle genç kalite kontrol elemanının ‘ortak rüyalarla’ başlayan tutkulu aşkını anlatan “On Body and Soul/Testrol es lelkrol”, yönetmeni Ildiko Enyedi’ye büyük ödül Altın Ayı’yı kazandırdı. “Benim 20. Yüzyılım” (1989) filmiyle Cannes’da baştacı edilen Enyedi yeni filmiyle Fipresci, Ekümenik ve Seyirci ödüllerini de kucakladı. “Kurgulanmış zalim ve ikiyüzlü bir dünyada yaşıyoruz. Tüm canlılar binlerce yıldır biraradayız ama kalbimizi diğerine kapatmışız ve aşkın gerçekte nelere kadir olacağını unutmuş görünüyoruz” diyen Macar yönetmenle soğuk bir Berlin gününde yuvarlak masa sohbetinde buluşuyor ve ruha dokunan mevzulara dalıyoruz. Türkiye haklarını Film Artı’nın satın aldığı yapımın yakında bizde de gösterime girebileceğini söyleyelim.

- Derin bir uykudan uyanıp silkelenmek gibi filminiz, nasıl oluştu?

Bir süredir içimden dolup taşan duyguları ifade etmem gerekiyordu. Sonra aklıma “Aynı rüyayı gören iki insanın tesadüfen karşılaşması” fikri geldi. Sonrasında herşey çok hızlı gelişti ve yaklaşık dört haftada hikâye ortaya çıktı. Her şeyin akarak ilerlemesi müthiş bir şeydi, mutlulukla kaptırdım kendimi. Tutkulu bir aşk hikâyesi istiyordum. Bütün engellere karşı üstelik.

- Yaş ve algı biçimleri gibi birbirlerinden çok farklı görünen iki insanı bir araya getirmenizin nedeni bu muydu?

Hayatımız sınırlar ve engellerle dolu. Günlük hayatta her şey bizi rahatsız edebiliyor çünkü bizim kurduğumuz değil bizim adımıza kurulan bir düzende yaşıyoruz. En basitinden taktığınız fular ortama uygun değilse içten içe ayıplanıyorsunuz. Biz bu manasız negatif hisleri alıyor ve kendimizi reddedilmiş hissediyoruz. Bu nedenle birbirlerinden yaşça farklı iki insanı biraraya getirmek istedim. Erkek emekliliğe yakın, bir hayatı olmuş ama şimdi bitmiş görünüyor, bir kolu da felçli. Genç kadın ise otistik demeyelim ama sosyal becerileri sınırlı ve hayata yeni başlıyor. Bu sınırları ve engelleri ortadan kaldırmak istedim.

- Mezbaha çalışanları, ilişkileri ve yok edilen hayvanlarıyla adeta bir mikrokozmos, nerden aklınıza geldi böyle bir mekân?

Günlük hayat ikiyüzlüklüklerle dolu, savaşlar var. Bunu da göstermenin en iyi yollarından birisi mezbahaydı sanırım. Çünkü et seviyoruz ama o etin tabağımıza nasıl geldiğini bilmek istemiyoruz. Hayatta birçok şeyi böyle görmemeyi tercih ediyoruz.

- Ortak rüyalarında da kendilerini birer geyik olarak görüyorlar. Aslında orası aradığımız huzurlu ve doğal bir ortam değil mi?

Gerçek ve doğal olan aslında rüya sahneleri. Bence içinde yaşadığımız dünya sahte. Tüm canlılar buraya ait ruhlarız, binlerce yıldır bir aradayız. Yani tanışıklığımız çok eskiye dayanıyor ama kurgulanan bu gereksizce zalim hayatta maalesef bu güçlü bağımızı unutmuş görünüyoruz. Tıpkı insanlığımızı unuttuğumuz gibi.

Kaynak: Cumhuriyet.com.tr