Rusya Devlet Başkanı Putin’in 2004 yılındaki ilk Türkiye ziyaretinden 2011’de ortaya çıkan Suriye krizine kadar iki devletin ilişkileri çok iyi gidiyordu. Sonraki dönemde çeşitli sıkıntılar yaşanmaya başladı. 30 Eylül 2015’te Rusya’nın Suriye askerî harekatına başlaması, 24 Kasım 2015’te de Türkiye’nin Rus jetini düşürmesi sonucu iki ülke birbiri için birer düşmana dönüştü. 27 Temmuz’da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Putin’e gönderdiği açıklanan özür mektubu ile başlayan barışma süreci, 9 Ağustos Petersburg Zirvesi ile kapsamlı bir işbirliği düzeyine taşındı.

Siyasi ve askerî gerilim geride kaldı. İki devletin yöneticileri bir araya gelerek, sekiz aydır dondurulmuş olan bağlarının yeniden canlandırılacağını açıkladılar. Ancak herhangi bir anlaşma imzalamadılar. Yine de zirve, sıradan değildi ve sadece tarafların barışma isteğini yansıtmakla kalmıyordu. Epeydir komşularıyla diyalog kuramaz hale gelmiş olan Türkiye’nin Batı ile ilişkileri çıkmaza girmişti. 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında Erdoğan, dünyada tek başına kalmış bir lider izlenimi veriyordu. Putin bu fırsattan ustaca yararlandı ve Türk dış politikasının geleceğinde önemli bir yer işgal etmeye talip oldu. Erdoğan büyük bir coşku ve umutla Petersburg’a gitti ve “sevgili dostum Vladimir” diyerek Putin’e defalarca mavi boncuklar sundu. Zirvede siyasi işbirliği, ticari-ekonomik bağların yeniden canlandırılması ve büyük enerji projelerinin hareketlendirilmesi yolunda önemli açıklamalar yapıldı.

Suriye görüşmeleri sürecek

Türk-Rus ilişkilerinin dününü karartan sorun Suriye’deki farklı politikalardı. Bugün de bu sorun, karanlık bir bulut gibi havada asılı duruyor. Gerçi Türkiye, Suriye politikasını revize etmeye başladı. Radikal İslamcı güçlerin bir kısmına (yalnızca bir kısmına!) karşı tutumunu değiştirdi. Bir zamanlar “Rusya’nın Suriye’de işi ne?” diyen Erdoğan, şimdi “Suriye’de barışın en önemli aktörü Rusya’dır” diyor. Ancak Ankara ile Moskova’nın bölgeye yönelik yaklaşımları hâlâ birbirinden çok uzak. Bunun en güncel ve kanlı örneği, bugün Halep’te süren çatışmalarda iki devletin fiilen barikatın farklı taraflarında yer almasıdır. Bu ciddi farklılık, aşılabilecek veya en azından olası tehlikeleri bertaraf edecek bir hale getirilebilecek mi, yoksa yeni bir kıvılcımla Türk-Rus ilişkileri yine bozulacak mı? Bu sorunun kısa sürede cevaplanamayacağı Petersburg’da bir kez daha ortaya çıktı.

Kapalı kapılar ardındaki görüşmelerden ortak bir açıklama doğmadı. Sadece “konunun, dışişleri, istihbarat ve askerî kanatlar arasında oluşturulacak mekanizmalar yardımıyla ele alınacağı” söylendi. Komaya giren turizm sektörünün canlandırılması yolunda son haftalarda Rusya’dan duyduğumuz açıklamalar tekrarlandı. Turizm bağlarının eski haline getirilmesi gelecek yıla kalmışa benziyor. (Türkiye’ye gelen Rus turist sayısı, bu yılın ilk yarısında geçtiğimiz yılın aynı dönemine göre yüzde 87 azalarak 184 bin kişiye geriledi.) Rusya’daki Türk iş dünyasının sorunlarının çözülmesi, inşaattan narenciyeye kadar bir dizi sektörün önünün açılması da “kademeli olarak çözülecek” dendi. Bir zamanlar yılda 30 milyar doları geçen ikili ticaret hacmi, geçen yıl 23,3 milyar dolardı. Bu yılın ilk beş ayında ise yüzde 43’lük azalma ile 6,1 milyara düştü. Bu şartlarda Erdoğan’ın yıllar önce telaffuz edilen “100 milyar dolarlık ticaret hacmi” hedefini dile getirmesi biraz garip kaçtı. Petersburg Zirvesi’nin en somut konuları iki büyük enerji projesi oldu.

Doğalgazda Türk Akımı’nın önündeki engellerin aşılması kararlılığı vurgulandı, hatta Ukrayna’yı devreden çıkaracak ilk hattın 2019 sonuna kadar yapılacağı belirtildi. Altı yılda bir arpa boyu yol giden Akkuyu Nükleer Santrali ile ilgili olarak Türkiye önemli bir jest yaptı ve Akkuyu’ya “stratejik proje statüsü” verileceğini ilan etti. Zirvede gündeme gelen bir başka konu da FETÖ idi.

Rusya’nın bu örgütle ilgili istihbaratından yararlanmak isteyen Türkiye tarafı, bir taraftan da – uçağın düşürülmesi başta olmak üzere – Rusya ile yaşanan sorunları FETÖ’nün sırtına yüklemek istediği izlenimini verdi. Sahi, uçağı FETÖ’cüler düşürmüş olamaz mı? Kim bilir, belki. Ama o zaman iktidar temsilcilerinin 24 Kasım’dan başlayarak aylar boyunca bu meseleyi neden böylesine sahiplenip savunduklarını anlatması gerekmez mi?

Kaynak: Cumhuriyet.com.tr