İtalya’nın güney ucundaki Sicilya’ya 200 km. uzaklıktaki Lampedusa Adası, epeydir uygar Avrupa’da yeni bir hayata başlamak hayaliyle çoluk-çocuk harekete geçmiş binlerce Afrikalı- Ortadoğulu yoksul göçmenin Avrupa yolundaki ilk merkez noktasıdır. Afrika’yla Sicilya arasındaki denizde, tıklım tıkış doluşturuldukları botlarda, feci koşullarda, bata çıka yol alarak Avrupa’ya kapağı atmak isteyen kavruk göçmenlerin ilk durağı olan Lampedusa Adası’nda geçiyor, şu ‘Mare Nostrum’ denen ‘Bizim Deniz’deki (Akdeniz) nice ölümlere neden olarak günümüz dünya gündeminin başında yer alan bu büyük toplumsal drama değinen ve son Berlin Festivali’nde en iyi filme verilen büyük ödül ‘Altın Ayı’yı kazanan İtalyan belgeseli “Fuocoammare / Denizdeki Ateş”.

Aylarca adada yaşamış

Yönetmen Gianfranco Rosi’nin haftaya cuma gösterime girecek bu filmini çekmek için aylarca Lampedusa Adası’nda yaşayıp Fildişi Sahili vatandaşından Suriyeli’sine dek her milletten göçmenleri gözlemlediği, iki yüzlü Avrupa’nın hep görmezden geldiği göçmen(lik) sorunu ekseninde geçen “Denizdeki Ateş”te, önce çeşitli Lampedusa sakini İtalyanların hayatlarından kimi kesitler, sonra da göçmenlerin sudan kurtarılması, temizlenmesi, nakledilmesi sahnelerini izliyoruz: Zeytin ağacı dalından kesip sapan yapan, 11-12 yaşlarındaki Samuele (Samuele Pucillo) adındaki yerinde duramayan, afacan bir çocuk. Hava çok kötü olduğundan denize çıkamayan adanın suskun balıkçıları. Radyoda, opera aryaları dinlemeyi de seven ev kadınlarının gündelik ev işlerini yaparken denizdeki kocası ya da oğlu için istedikleri şarkıları çalan bir DJ. (Maria Hala’nın kocası Giacomino için istediği parça işte geliyor şimdi!) Denizden çıkarılan ve mazota bulandıklarından dolayı kokan göçmenlerle ilgilenen adanın biricik doktoru. Balıkadam giysileriyle daldığı denizaltından ne topladığını anlayamadığımız biri.

Koca bir fanus

Kocaman bir fanusu andıran, masmavi gök kubbe altında ve göz alabildiğince uzanan açık denizdeki delik deşik botlarda, hayatta kalma mücadelesi veren yüzlerce, binlerce Afrikalı-Ortadoğulu gariban. Virüslere, salgın hastalıklara karşı korunaklı, astronotumsu giysiler-kasklar içindeki, “şimdilik şu kadar ceset topladık” diyen ve ciddiyetle görev yapan İtalyan kurtarıcılar, sağlıkçılar. Sapan yapmayı ve kullanmayı arkadaşına öğreten, atak ve haşarı çocuk Samuele de muayeneden sonra artık gözlük takmak mecburiyetinde bundan böyle.

Helal olsun!

1964 doğumlu İtalyan belgeselci Gianfranco Rosi’nin yazıp yönetmenliğini ve kameramanlığını da üstlenerek (kimi kurmaca sahneler de ekleyerek), kendi isimleriyle bizzat kendilerini oynayan amatör oyuncularla, baştan sona gerçekçi bir anlatımla ve yer yer duygusal bir yaklaşımla, Lampedusa denen Akdeniz adasında çektiği, 114 dakikalık, seyri zor, kasvetli, (hatta yer yer rahatsız edici), sonuçta tüm yaşanan (halen yaşanmakta da olan) dramları beyazperdeye düşürüp aynen karşımıza getiren bu “Denizdeki Ateş”, ödüllü bir belgeselden çok insanın içini acıtan, çok etkileyici bir ‘Docu-drama’ izlenimi de uyandırıyor finalinde. Dalgaların koynuna alıp denizde sallaya sallaya azrailin kucağına teslim edeceği bu kara derili göçmenlerin dramına kamerasını çevirmiş yazar, yönetmen, kameraman Gianfranco Rosi’nin bu Altın Ayı ödüllü belgeselini seyrettikten sonra salondan çıkarken, insanın neredeyse yaşadığına şükredesi geliyor. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra, genelde Hollywood’dan yönlendirilen sinemanın gidişini, çekim ve anlatım tarzıyla büyük ölçüde etkileyip değiştiren İtalyan Yeni Gerçekçilik akımının mirasını günümüzde (teknoloji nimetlerinden yararlanmaksızın eski usülde, omuz kamerasıyla çalışarak) sürdüren yönetmen Gianfranco Rosi’ye helal olsun diyerek bitirirken gerçek sinemaseverlere bu belgeseli kesinlikle kaçırmamaları gerektiğini de anımsatarak noktalayalım.

Kaynak: Cumhuriyet.com.tr