1960’lı yıllarda gamzeli yüzünden, değişik, incecik fiziğinden kültürüne, modayı da etkilemiş pembe ağırlıklı giyim-kuşamından kuğumsu zarafetine dek Amerika’nın başkan karıları arasında başı çekerek ‘First Lady’ kavramının öncüsü ve 20. yüzyıl tarihinin en tanınmış figürlerinden biri olagelmiş Jacqueline Kennedy’nin dramatik yaşamını, 6 yıldır sürüncemede kalmış, beyaz perdeye aktarmak projesi, Hollywood tarafından gerçekleştirildi sonunda.

Hem de günümüzün gözde sinemacılarından, Şilili yönetmen Pablo Larrain eliyle. Diktatör Pinochet yönetiminin seçilmiş başkan Allende’ye darbe yapıp yıllarca Şili’yi inim inim inlettiği, 1970’lerdeki o yoğun baskı-şiddet dönemine ilişkin, 2008-12 arasında çektiği “Tony Manero”, “Morg Görevlisi”, 2012’nin en iyi yabancı film Oscar’ına aday gösterilmiş “No-Hayır” gibi ilginç filmleriyle çıkış yaparak bütün dünyada tüm sinefillerin dikkatini çekmişti Larrain.

Genç usta nitelemesini gerçekten hak eden yönetmenin bu üçlemeyi izleyen, kilisenin gözlerden ırak, ıssız bir kasaba pansiyonunda ikamete mecbur ettiği, yaşlı ‘oğlancı’ rahipleri anlattığı, 1914’de Berlin festivalinde jüri özel ödülüyle değerlendirilmiş “Kulüp” ve yönetmenin adaşı, Şilili büyük şairin dünyasına görsel yollardan girmeyi denediği “Neruda” gibi önemli filmleriyle son dönemde bizim de gözümüzde-gönlümüzde yer etmişti bu yetenekli yaratıcı-yönetmen.

Natalie Portman’dan parlak performans...

1976 Santiago doğumlu Pablo Larrain’in, Amerikalı gazeteci Theodore H. White’ın kocasını yitirmiş yaslı dul Jackie’yle hemen suikast sonrasında yaptığı, Life’da yayımlanmış ünlü röportajından yola çıkan Noah Oppenheim imzalı, başarılı bir senaryodan hareket ederek, Jackie rolünü de vaktiyle Luc Besson’un 1990’lardaki en iyi filmlerinden “Leon”la çocuk yaşındayken hayatımıza girmiş genç oyuncu Natalie Portman’a verdiği “Jackie”, 1960’ların atmosferinde geçen, gerçeklerle kurmacanın kaynaştırıldığı, iyi yazılmış, çekilmiş ve oynanmış, etkileyici bir ‘Biopic’ (biyografik film) dram.

Natalie Portman da kariyerinin en parlak performansını çıkarmış bu filmde.

“Jackie”de Larrain’in derdi, korkunç suikasttaki ya da büyük Kennedy ailesindeki karmaşık ayrıntılara yönelmekten ve ikonik ‘First Lady’nin bilinen hikâyesinicilalı imajını perdede yinelemekten çok onun belli bir dönemine yoğunlaşmak.

Kuşkusuz 20. yüzyıl tarihinin en karanlık faili meçhul, politik cinayetlerinin başında gelen, 22 Kasım 1963 tarihindeki John Kennedy suikastının hemen ertesinde, kocasını yitirmiş, acılar- yaslar içindeki Jackie’nin, büyük travmasını, ezginbezgin ruhsal durumunu, parçalanmış duygusal dünyasını, hüzünlü halini- tavrını vermeyi ve 100 dakikada perdeye yansıtmayı amaçlamış yönetmen Larraine’in sonuçta hedefi tutturduğu söylenebilir. Dallas’daki korkunç suikastta kocasının kurşunla parçalanmış, kanayan başını dakikalarca tutup göğsüne bastırmış, bedbaht ‘First Lady’, tüm Amerikan halkının ve medyasının üstüne çevrilmiş bakışlarıyla büyük bir kamuoyu baskısı altındayken, başkan kocasının saygın mirasına halel getirmemeye ve küçücük çocuklarını layıkıyla eğitip büyütmeye çabalarken o soylu ve vakur duruşunu hiç bozmuyor.

Filmin Jackie’nin, yengesini hep kollayan kayınbiraderi Bobby’yle (Peter Sarsgaard), avutucu, yol gösterici öğütler veren, yaşlı bir rahiple (benzersiz John Hurt) ve o çok ses getirecek, ünlü röportajı yapan gazeteciyle (Billy Crudup da çok iyi bir seçim) süregelen ilişkileri üzerinden ilerleyen yalınkat anlatımı, kronolojik bir zaman akışı yerine suikast anını, hemen öncesini ya da sonrasını gösteren çeşitli geriye dönüş sahneleriyle sürükleyicilik kazanıyor.

Yönetmenince anti-biyografik bir film olarak da nitelenen “Jackie”de, kocasının 1960 başlarının popüler Broadway müzikali “Camelot”ın müziklerini her gece yatmadan önce dinlediğini gazeteciye röportaj sırasında anlatan Jackie, başkan Kennedy’nin yakın bir yönetici-arkadaş çevresiyle götürdüğü kendi başkanlık sürecini Kral Arthur’la Yuvarlak Masa şövalyeleri ve sihirbaz Merlin’in kahramanları olduğu ünlü Camelot efsanesiyle benzeştiğini de ihsas ettiriyor.

Başarılı biyografik film...

Kameraman Stephane Fontaine’in görüntülediği, Micachu adıyla da albümler çıkaran besteci Mica Levi’nin müziklediği “Jackie”, ‘Bağımsız filmlerin kraliçesi’ Greta Gerwig’in de dahil olduğu oyuncu kadrosu kadar güçlü sound track’iyle de akılda kalan, kaçırılmayacak cinsten ve alışılmıştan farklı bir başarılı biyografik film sonuçta.

Dallas suikastıyla hayatı değişip olgunlaşarak bir bakıma bir çeşit özgürleşme sürecine giren ABD başkanının bahtsız karısı, sosyetik Jackie’nin, ilerleyen yıllarındaki aşırı maddiyat düşkünlüğü sonucunda, Karun gibi zengin, Yunan asıllı armatör işadamı Onasis’le evlenmesiyse, vaktiyle onu MM ile boynuzlamış, âlemci, müteveffa kocasını mezarında ters döndürmüştür herhalde. (1968’de tıpkı ağabeyi gibi öldürülmüş kayınbiraderini de belki).

Kaynak: Cumhuriyet.com.tr