- Önce oyunculuk, sonra çocuk kitapları yazarlığı, şimdi de yönetmenlik. Zaten yapmak istedikleriniz arasında mıydı, yoksa bir hikâye anlatma ihtiyacından mı doğdu?

Yönetmenlik de hayatımın bir döneminde yapacağımdan emin olduğum üretim biçimlerinden biriydi. Bu film için en başta Burcu Aktaş, Nilüfer Uğur Dalay, Yalçın Akyıldız’la birlikte yola koyulduk. Sonrasında muhteşem ve koskocaman bir ekip olduk. Mutluluk verici bir deneyim olduğunu söyleyebilirim gönül rahatlığıyla.

- Neden ilk filmde iktidar sembolü bir babanın baskısıyla dağılmakta olan bir aile dramı anlatmayı seçtiniz?

Bu da bir okuma olabilir elbette. Biz dağılmakta olan aileyi değil de her şeye rağmen beraber olabilen bir ailenin bir araya geldiği bir zaman dilimini anlattık. Çok bildiğimiz ve bildiğimizi düşündüğümüz anlarda bile bizi ters köşelere yatıran bir yapıydı aile. Birbirine çarparak devam eden, ediyormuş gibi davranan çarklar etkiliyordu hepimizi.

İktidar sembolü her şeyi bildiğini ve kontrol ettiğini sanıyor olabilir ancak hikâyeyi takip eden bizler biliyoruz ki hiçbir şey onun kontrolü altında değil ve hemen hemen hiçbir şey bilmiyor krallığına dair. Karakter analizlerinde çok çalıştığımız için de çizgileri bireylere göre belirlemek kolay oldu. Herkes hem kendi hem de ailenin içindeki kendiydi ve ben karakterleri takipteyken hiçbirini diğerinden daha çok sevmedim, hepsine eşit mesafede durabildim.

- Filmde bir inşaat alanı, doğanın talanı, ezan vakti cami önünde seksek oynayan bir çocuk ve kurban kesme sahnesi gibi çeşitli hassasiyetlere işaret eden sahneler var. Hiçbirinde yönetmenin kendi sözünü söyleme çabası hissedilmiyor, zaten film kocaman bir söz. Bu bilinçli bir tercih olsa gerek. Neden?

Kitaplarımda, yazdığım şarkı sözlerinde, diğer üretim alanlarında üzerinde yürüdüğüm ipler bu anlamda birbirine bağlanıyor. Kollarında mesajlar taşıyarak yapılmaya çalışılan sanatsal üretimler, var olan güzellikleri de yok ediyor hissi veriyor. Okur olarak, izleyici olarak ben pankartlarla gezmeyen eserlerle dost olmaktan mutluluk duyuyorum.

Sanatın içinde farklı koridorlarda dolaşmak istiyorum. Dolaştıkça mutluluğum artıyor. Yürürken düşüneceklerim, düşleyeceklerim bana kalmış. Şimdi katettiğim yolda durduğum nokta burası. Büyük bir iş yapmak için yola çıkılmadı “Yemekteydik ve Karar Verdim” ile. Ben kendi isteğimi , hayal ettiğimi gerçekleştirebildiğim için mutluyum.

‘Sözü kadına verdik’

- Nasıl bir ‘Görkem Yeltan sineması’ hayal ediyor, tasarlıyorsunuz?

Hayal dünyamdakileri gerçekleştirerek, vardığım hikâye için verdiğim kararları uygulayabilerek mutlu olacağımı umduğum bir üretim dünyasının tasarısı benimkisi.

- Babaya yani iktidar sembolüne isyan, yıllarca evlatlarının baskı yüzünden evden uzaklaşmasını izlemiş anneden geliyor. Bu seçim önemli. Neden kadının/ annenin isyanı?

Filmde pek çok isyan ve sessiz çığlık var. Ben babanın kırgınlıklarındaki isyanı da işitiyorum, küçük kızın sakladığı koyunla isyanını kendince dile getirmesini de, ailenin büyük oğlunun babaya, diğer karakterlere, hayata isyanını da, halanın evi satma kararındaki isyanı ve havuzun kenarında durmadan adım atan çocuğun ya da camideki çocuğun isyanını da... Kalabalıklar içindeki sessizlikler ve söylenmemiş gibi duran sözler var hikâyenin içinde. İsteyen hepsini duyabilir. Annenin isyanı başından beri beklenen ve bana göre de olması gereken. Görünen, bilinen annenin isyanıyken altta pek çok isyanla birleşiyor. Hikâyeyi böyle kurma nedenimizin altında sözü kadına verme isteğimizin olduğu da muhakkak.

İkinci film yolda

- Salah Birsel’in ‘Dört Köşeli Üçgen’ini filme uyarlayan ekiptesiniz. Hem o projeyi hem de ikinci filminizi anlatır mısınız?

Mehmet Güreli, dayısı Salah Birsel’in ülkemizin ilk felsefi romanı “Dört Köşeli Üçgen”ini, kendisine bırakılan bir miras olduğu için sinemada görmek istedi. Senaryosu bana ait. Güreli’nin çekimlerine doğru ilerlediğimiz bir dönemdeyiz. Paris’te çekmeyi planladığım ikinci filmim ise senaryo aşamasında. O hikâye için Tarık Tufan’la çalışmaya başladık.

Kaynak: Cumhuriyet.com.tr