Erkan Oğur... Sesi de duruşu da hüzünlü... Belki de bu yüzden “İnsan olmanın hüznünü seslendiriyoruz” diyor. Erkan Oğur, fotoğraf çekimi sırasında zorlanıyor. Çünkü elinde enstrüman olmayınca kendini rahat hissetmiyormuş. Hatta kendine güveni bile azalıyormuş. Sakin ve kısık bir ses tonuyla konuşan Erkan Oğur’a baktığınız zaman sanki hep derin bir düşüncenin içindeymiş gibi bir izlenim ediniyorsunuz. Ara ara esprileri ile sohbeti bölmeyi de ihmal etmiyor ama. Erkan Oğur ve İsmail Hakkı Demircioğlu ile Beyoğlu’ndaki Mephisto’da buluşuyorum. Kalan Müzik’ten çıkan “Bilinmeyenle Karşılaşmak” albümünün imza gününden sonra üst katta sohbet ediyoruz.

-Her zamanki tınılarınızla devam ediyorsunuz bu albümde de. Öncelikle tınılarınızı tanımlamaya çalışsak?

İsmail Hakkı Demircioğlu: Belki aranjmandan kaynaklı olabilir. Biz aslında türkü söylüyoruz. Tanımlama açısından hiç düşünmemiştim ama Erkan’ın aranjman anlayışı ve Erkan’ın perdesiz gitarının yarattığı tınıdan kaynaklı tanımlamak zor çünkü bugüne kadar yapılan bir şey değil. Birimiz bas birimiz tiz söylüyor. Böyle söyleyen yoktu. Genelde aynı tonda olanlar beraber söylüyordu.

Erkan Oğur: Kendi tınılarımızla, yaklaşımlarımızla devam ediyoruz. Seçilen repertuvar, içerik, makam yapısı, kullanılan estrümanların oluşturduğu bir renk var. Onların hepsinin oluşturduğu bir renk var. O tını genelde hüzünlü bir tını, zaten içeriğe bakarsak eğlenceli, neşeli şeyler olduğunu söyleyemeyiz. İnsan olmanın hüznünü seslendiriyoruz.

-Hüznü mü seviyorsunuz yoksa kendinizi hep bir hüznün içinde mi buluyorsunuz?

E.O: Kendimizi hep hüznün içinde buluyoruz. Gözümüzü açtığımızda hüzünlü görüyoruz dünyayı.

İ.H.D: Büyüdüğümüz ortam belki bizi bu hale getirdi. Annem tarlada çalışırken kendi hayatıyla ilgili öyle ağıtlar söylerdi ki ağlayasım gelirdi.

-Siz hep hassas mıydınız?

E.O: Evet, aşırı duygusal bir insanım. Ve hiçbir faydasını görmedim (gülüyor). Bazen küçük bir dokunuş her şeyi altüst edebiliyor bende.

-En çok ne duygulandırır sizi? Aşk, yaşam?

E.O: Gözümü açtığımda dayanamıyorum. Hayatın kendisiyle ilgili, yaşam biçimiyle ilgili olarak üzülüyorum. Çok eğlenceli şeyler olmuyor etrafımızda. Aslında temelde İsmail de ben de çok neşeli insanlarız. İçimizdeki çocuk hâlâ duruyor, onun sayesinde yaşıyoruz ama acı gerçekler bizi üzüyor.

-Albümün adı “Bilinmeyenle Karşılaşmak”. Bilinmeyenle karşılaşmak ne demek?

E.O: Bilinmeyenle karşılaşmak hayatın kendisi. Kâinat bilinmez bir yola doğru gidiyor... Aynı zamanda felsefede aşkın tarifi. Müzik seslerinin de tarifi. Sadece aşkın değil varlık olarak içinde bulunduğumuz halin tarifi. “An”ın tarifi. Hiçbir zaman sonrasını bilemiyoruz. Hayat bir sonraki anla karşılaşa karşılaşa gidiyor.

-Albümde neden kitapçık yok? Bir yandan dinler bir yandan sözleri okurdum. Şimdi parçaların sözlerini duyabilmek için daha da dikkatli dinledim.

E.O: Biz de bunu istiyoruz. Şiirleri, sözleri biraz araştırın istedim. Dinleyerek hafızaya almaya çalışın. Okuyarak dinleyince hep bakıyorsunuz ama bakmadan dinleyip hafızaya alırsanız hep böyle hatırlarsınız.

-Bugüne denk düşen parçanız hangisi?

İ.H.D: Bu albümdeki bütün parçalar bugüne uyuyor.

E.O: Mesela Yunus’un “İşidin Ey Ulular” eseri bugünü ve dünü birleştiren ve hiçbir şeyin değişmediğini anlatan bir eser. O bir isyan, insanlığın kendine gelmesini tarifleyen bir isyan.

‘Dibe vurmuş durumdayız’

-Albümün kayıtlarına bir yıl önce başladınız fakat bu süreçte ülkede bombalar patladı, darbe girişimi oldu. Tüm bunlar albümü nasıl etkiledi?

E.O: Albüm de darbe gördü her şey gibi (gülüyor). Bizim çalışma disiplini bozuldu, ara verdik, bir şey yapmak gelmiyordu içimizden.

-Ülke gündemi ile ilgili olarak ne söylemek istersiniz. Referandum da yaklaşıyor...

İ.H.D: Ülkede olan bitenler rezalet. Dibe vurmuş durumdayız. Herkesle kavgalıyız. İnsanlara başka türlü anlatmaya çalışıyoruz ama anlatamıyoruz. Referandum çok gereksiz. Bu kadar savaşın arasında hiç gerek yoktu. Ama ilk defa olumlu anlamda ümitliyim.

E.O: Ben ülkeye ve tüm insanlarımıza ve de hayvanlara, ağaçlara, kuşlara, böceklere, sulara, toprağımıza sağlık, huzur ve bereket diliyorum. Söyleyeceğim bu kadar.

-Bu çok genel bir temenni oldu. Günlük hayatınızda da politika konuşmaz mısınız?

E.O: Genel söylüyorum çünkü politika ve siyaset üstü bir anlayışım var. Politikayı kelime anlamıyla yalan, siyaseti de kelime anlamıyla ölüm olarak tariflersek bunlardan uzak durmamız gerektiğini düşünüyorum. Bir de politikada pek çok şeyi düzeysiz buluyorum. Siyaset ve politikaya bakınca göremiyorum! Çok aşağıda kalıyor!

-Ahlak ve hakikat peşindeyim demişsiniz. Ahlak anlayışınız nasıldır?

E.O: Hukukta çok başarılı olamıyoruz, belki insanlar ahlakla hukukun üstesinden gelir ve hakkaniyeti sağlarlar diye düşünüyorum. Ahlak anlayışım insanın erdemliliğini içeren bir mana. Hiç kimseyi insanın yarattığı, uydurduğu bir kitapta yazan kanunla irdelemiyorum. Doğaya yönelik ahlak anlayışımla irdeliyorum. Birisi kendisine ve başkasına karşı dürüstse zaten hukuk kendiliğinden ortaya çıkar.

Savaşı durduran ozanlar...

-Pentagram söyleşimizde “Bektaşi geleneğinden besleniyoruz” dedi. Siz?

E.O: Pentagram! Enteresan. Merak ettim neler yaptıklarını. Kutlarım onları. Kim insan olmanın farkındalığına yaklaşıyorsa onu tebrik ederim. Alevilik, Bektaşilik insan merkezli bir yaklaşım. Bizi de düşündüren, besleyen ve yaptğımız çalışmaları etkileyen bir yaklaşım. Ama bunun için Alevi, Bektaşi olmak gerekmiyor. İnsan olmak yeterli. Aslında “beslenmek” lafı da bunu zayıflatan bir ifade biçimi. Beslenilmesi değil zaten olması gereken bir şey.

İ.H.D: O kültürün içinden gelmiyoruz ama türkülerde de inanç ve değerli şeyler var. Zaten türküler onların bir parçası. Bağlamaya “telli Kuran” diyorlar. İnsan sevgisi, paylaşma var. İsyan da var. O bakımdan değerli.

-‘Telli Kuran’ benzetmesini siz nasıl karşılıyorsunuz?

E.O: Bağlamaya çok değer verildiğini gösteren bir şey. İslamiyet sonrası bir değerlendirme. İslamiyet öncesinde bağlaması, kopuzu ile atın üzerinde savaş alanına giden bir ozanın savaşı durdurduğu söylenir. Bu daha değerli bir şey. Ozan geçerse savaş durur! Eskiden daha da değer verildiğini gösteren bir şey. Efsane gibi ama inşallah gerçektir.

İ.H.D: Köyde kışın küçük bir odada oturuyorduk. Soba orada yanıyordu ve hava soğuk diye orada oturuyorduk. Bir keresinde ben orada saz çalıyordum, babam da namaz kılıyordu, birisi de bir taraftan radyodan haber dinliyordu. O sırada dindar bir komşumuz kapıdan girmişti ve o vaziyeti görünce “Ooo burası olmuş Bektaşi evi” demişti bana. (gülüyor) Ama güzel bir atmosferdi.

E.O: Doğru demiş, kimsenin kimseye zararı yok, ne güzel.

Eğer aşkı seversen

-Albümde Yunus Emre’nin “Eğer Aşkı Seversen” şiiri de yer alıyor. Eğer aşkı seversek ne olur?

E.O: Buradaki aşk hayatın tümü. Bütün varlıklar. Kendin ve kendin dışındaki tüm varlıklarla barışık ol diyor. Aşkı seversen yani bütün varlıkları seversen akıllanırsın, uyanırsın.

-Her şeyi sevmek mümkün mü?

E.O: Çabamız bu yönde. Kötüyü seversen kötü yok olur.

-Bazı sözlere itirazım var. “Eski Tüfek” parçası gibi... Yolda kalan da bir yürüyen de bir olur mu?

E.O: Olur. Çünkü kâinata baktığın zaman bizim esamimiz bile okunmaz. Toplu iğne kadar bile değiliz belki. Yok gibiyiz. Dünyalar senin olsa fark etmez. Biz bir bütünüz. Yolda kalan da olmalı yürüyen de, eşit değerdeyiz, sadece denge önemli.

'Müzik, ses ve sessizliktir’

-Ses...

E.O: Müzik aletleri müzikten muaftır.

-İnsanın nasıl bir tınısı, sesi var?

E.O: İnsanın kendisi müziktir. Hem enstrümandır hem de müziğin kendisidir. Biz konuşuyoruz ama enstrüman konuşamaz. Zaten müzik aletlerinin felsefi tarifi onun üzerindeki becerinin insanın konuşma düzeyine ulaşabilmesidir. Bu çaba egosantrik bir çabadır ama “adam aleti konuşturuyor” denir ya o yüzeysel bir tarif olsa da müzik aletlerinin hedefi insan sesine ulaşabilmektir. Bu mümkün değil ama çaba bu. Müziği üreten de, tasarlayan da, yok eden de insanın kendisi.

-İnsanın sesi enstrümanın sesinden daha mı kıymetli?

E.O: Evet. Çünkü müzik aletleri insanın sesine ulaşmaya çalışırlar. Ben müziğe çok değer veriyorum, o yüzden böyle konuşuyorum. Mükemmelliyetçi bir yaklaşım içindeyim. Bu halim beni her zaman rahatsız ediyor.

-Zorlu PSM’deki konserinizi izlediğimde seyirciye “çok sessizsiniz” dediniz. Bu seyircinin sessizliğine sitem miydi?

E.O: O sitem değildi. Destekleme açısından söyledim. Sessiz olmalarının farkına varıldığının teyidiydi. Genelde konserlerde seyirciyi yoklarım. Seyirciler de bize değer verdikleri için sessiz durduklarını ifade ederler. Hatta sessizlik bizim için ilaç. Sessizlik de müziğin bir tarifidir. Müzik, ses ve sessizliktir. Bir yarısı ses diğer yarısı sessizliktir müziğin. Bunun birleşimi müziği oluşturur. İnsanlar topluluk olarak sessiz olduğunda orada çok büyük bir enerji oluşur. Seyirci sessiz durarak müziğe katılmış oluyor. Hatta seyirci sessiz kalarak müzik yapmış oluyor. Sahnede ses çıkaranlar ile sessiz duran seyirci birlikte müzik yapmış oluyor.

Kaynak: Cumhuriyet.com.tr