Romanlarınızın isimlerinin aslında ilk cümleleri olduğunu söylemişsiniz. Genelde ilk ve son cümleler karın ağrısıdır. Sizde nasıl doğuyor?

Aslında isteyerek seçmiyorum bu isimleri, öyle aklıma geliyor. Uzun başlıkları seviyorum. Ama Napolyon üzerine yazdığım üçüncü kitabın (Türkçede Can Yayınları’ndan çıkacak) kısa bir başlığı oldu. Romanda Napolyon baş karakterim. Çünkü bana göre dünyayı IŞİD’ten sadece Napolyon kurtarabilir. Benim romanımda Napolyon daha iyi bir kişilikle çiziliyor tabii, çünkü ben karakterlerimin iyi olmalarını ya da iyiye gitmelerini istiyorum... Ayrıca benim için yazmak asla acılı bir şey olmadı. Tam tersi, beni bir çocuk gibi eğlendiriyor.

Üç hafta, bir ay gibi kısa sürelerde yazıyormuşsunuz romanlarınızı. Metroda, otobüste, arkadaşlarınızla buluşmalarda...

Ben öyle kendisini odasına kapatan, yazmak için üç ay bir deniz manzarasına bakmaya ihtiyaç duyan bir yazar değilim. Tam zamanlı yazar olduğumdan beri evde daha çok vakit geçirdiğim için eşim ve çocuklarıma yemek, ütü, temizlik filan yapmaya başladım. Kalan zamanda da roman yazıyorum işte! Hint fakirinin romanını metroda gidip gelirken yazdım mesela. Evet, kısa sürede yazıyorum. Çünkü roman spontane gelişiyor. Bir tek romanımı düşünerek, cümlelerin yerini değiştirerek, hafiften acı çekerek yazdım. Sonra editörüme gösterdim, dedi ki, “Öbürleri daha iyiydi”. Onun için hep bildiğim gibi yazıyorum...

DJ’lik, çevirmenlik, hosteslik gibi pek çok iş yapmışsınız. Bir gün ne olduysa yazar olmaya mı karar verdiniz, yoksa hep yazıyordunuz zaten ve belki de yayınevlerinden red almış pek çok dosyanız mı var?

Yedi yaşından 2005’e kadar hep bir ya da iki sayfa yazdım. Üçüncü sayfaya dayandığımda ilerleyemiyordum. 2005’te bir aşk acısı yaşadım ve ondan sonra oturup hızla 300 sayfalık bir roman yazdım. Bu az önce bahsettiğim romandan başka. O da kabul edilmedi. Hatta o aşk acısından sonra toplam sekiz roman yazdım. 2005’ten 2012’ye kadar roman dosyalarımın reddedilmesiyle geçti. Hint fakirinin hikâyesi işte bundan sonra geliyor... Aslında hiçbir zaman yazar olmayı istemedim. Yazar olmam tesadüf.

‘IKEA beni sevmiyor’

Kitap 36 ülkede yayımlandı. Tüm kapaklarda IKEA’nın renkleri kullanılıyor. Bu sizin seçiminiz mi?

Benim seçimim değil. Neredeyse her ülkede kapak tasarımları aynı renklere sahip. İlginçtir, İsveç hariç. İngiltere de IKEA’nın hak talebi olmasın diye turuncu ve maviyi kullanmış.

Malum, kitaplar marka isimleri geçirilerek reklama alet edilmeye de başlandı. Sizin romanınızda dolabın markasının IKEA olması küresselleşmeyi de temsil ediyor tabii, ama yine de sormak istiyorum. Hiç bu açıdan eleştirildiğiniz oldu mu? Ayrıca IKEA’nın tepkisi nasıl oldu?

Fransa ve Avrupa’da da insanlar bunu küreselleşmeye tepki olarak okudular. Ama yazarken ben böyle anlaşılmasını da istemiyordum aslında. Odamda bir IKEA dolabı olmasa romanda da olmayacaktı. Ben romanda markaya zarar verecek bir şey yapmak istemediğim gibi, reklamını yapmak da istemedim. Ama IKEA beni sevmiyor işte... Marka renklerinin, logonun kullanılmasını, hatta IKEA kelimesinin geçmesini istemediler. Marka imajlarını kendileri yönetmek istiyorlar.

Peki şimdi roman beyazperdeye uyarlanıyor. Tüm bu anlaşmazlıklar varken film nasıl çekilecek?

Filmin bir IKEA mağazasında çekilmesini istemiyorlar. Film ekibi başka bir mağaza kuracak, çekimler orada yapılacak. Film çalışmaları bir buçuk sene önce başladı. Roman ilk olarak “Persepolis” çizgiromanının yazarı Marjane Satrapi tarafından senarize edildi. O romanı fantastik bir hikâye gibi uyarlamıştı. Ama olmadı o. Şimdi Ken Scott yönetmenliğinde hazırlanıyor. Bu uyarlama ise daha çok komedi türünde.

Romandaki Hint fakiri yolculuğu sırasında bir zorunlu mülteciye dönüşüyor adeta. Romanı yazarken mülteci sorunu üzerine düşünüyor muydunuz?

Başlarken böyle bir düşüncem yoktu. Fakiri kamyona koyup da yolculuğa çıkarttıktan sonra fark ettim bunu. Fransa’dan ve Avrupa’dan bakınca Türkiye’yi bir geçiş noktası olarak görüyorsunuz. Hep dışarıdan bakılıyor ve aslında Yunanistan’a, Türkiye’ye “Aman bunu aranızda halledin de bize gelmesin” gibi yaklaşılıyor. Bence bu çok zor bir durum. Türkiye’nin daha çok yardıma ihtiyacı var.

Dünyayı bugünüyle oturtacak olsaydınız bir romanınızın baş köşesine. İlk cümlesi, yani başlığı ne olurdu?

“Dünyanın ilk telafuz ettiği cümle: Deprem olabilir!” İyi bir fikir bu...

Kaynak: Cumhuriyet.com.tr