Chapuisat Brothers- Tatil Köyü

Cappadox’lardan üçüncüsüne yetişebildim ancak; geç olsun, güç olmasın. Bu seneki tema şair/ressam Sami Baydar’dan ödünç bir alıntı ile ‘Dünyadan Çıkış Yolları’. Gerçekten berbat bir yer olmaya başlayan dünyadan çıkış yolları aramakta gözüyaşlı bir taraf yok değil tabii. Ama bir yandan da durum o kadar vahim değil. Astronottan şaire kadar herkes şunca zamandır dünyadan çıkış yolları arıyorsa, belki de bu - iyimser bir tahminle - Hollywood’un kurgu bilimlerinde olduğu gibi Mars’ı ya da su bulunan herhangi bir yeri sömürgeleştimek için değil, şöyle bir dolanıp yeni ve daha iyi tanımlanmış bir dünyaya dönmek için. Malum, ‘The Martian’ın Matt Damon’u bile ‘eldeki gübre’ ile bir tarım yapma hevesinde, bir çeşit ekolojik vurgu peşinde.
 
Bu izlenimi uyandıran şeylerden biri Cappadox’un çağdaş sanat işlerinin yer aldığı açık hava mekanlarından en etkileyicisi olan Göreme’nin Keyişdere mevkiine ayak basmak. Bir yerin ‘mevkii’ olarak adlandırılması biraz sıkıcı, yarı bürokratik bir alışkanlıktır, ama Keyişdere’nin mükemmel bir çanak gibi hem işleri hem oraya ayak basan seyirciyi kucaklayarak kendini sunuşu insanda hem bir roket fırlatma noktasına hem de dünyayla yeni anlaşma noktaları öneren bir yere geldiği izlenimi uyandırıyor. İnsanoğlu tabiat tarafından ‘kucaklanma’ yanılsamasını pek sever. Ama burası gerçekten öyle. Açık hava sergilerinin hepsi az çok çarpıcı olma peşindedir, ama Keyişdere’nin teklifi sizi bu coğrafyanın doğal yapıları peri bacaları ile şaşırtmak değil, doğrudan toprak ile burun buruna getirmek. İnsanın toprakla karşılaşmasında hala epik bir yan var. Toprak hakkındaki onca hamaset, şairanelik ve açgözlülüğe rağmen…
 
İnsanın toprağa sahip olamayacağını, başta ve sonda toprağın insana sahip olduğunu basit bir biçimde anlatan ve hepimizin büyülenmişçesine seyrettiği performans işi ‘Barınak’, Keyişdere’nin en etkileyici anlarından biriydi. Kavafis’in ‘Şehir’ şiirinin pek umursamadığımız bir dizesi vardır: ‘Ömrünü nasıl tükettinse bu köşecikte/ Öyle tükettin demektir yeryüzünde de.’ Performansı gerçekleştiren Alper Aydın, o ‘köşecik’le ilgileniyor. Toprakta kazdığı bir çukura giriyor ve sadece elleriyle ve kazdığı yerden çıkan çamurla başının üzerine insanın bulduğu en temel formlardan biri olan kubbeyi inşa ediyor. Kubbe tamamlanıp bittiğinde performansı yapan gözden kayboluyorsa bu hem kendine bir ‘barınak’ yaptığı için, ama bir yandan da toprakta gizlenip kaybolmasına yarayan bir bir habbe/ kubbe/ kapsül/ mezar da inşa ettiği için.    
Aydın’ın kendi ifadesıyle ‘hem Panteon’dan hem de yumurta formundan esinlenen’ bu performansı sessiz ve yoğun bir ilgiyle seyreden çocuklar vardı ve insanlığın en temel deneyimine işaret eden işin, henüz oluşma halindeki bir zihne çarptığında neler cereyan ettiğini bayağı merak ettim.
 
Toprağın alabileceği biçimler üzerine düşünmek de mümkün, hele mekan Avanos olunca toprağın yoğrulmuş ve pişmiş hallerini hatırlamak da; Deniz Gül’ün Arzunun Kanatları işi kiremitlerden oluşan dev iki kanadı toprağın üzerine yayıyor, toprakla toprağı üstüste koyuyor. Herkes bu kanatların daveti üzerine aralarına uzanıp girip fotoğraf çekmek için sıraya giriyorsa bu da ‘selfie’ ya da akrabalarının o kadar da hafife alınacak şeyler olmadığını, insanın bulduğu kendini ifade yollarından biri olduğunu hatırlamamızı sağlıyor. Toprağın üzerinde ve topraktan olanın arasında.
 Nermin  Er - Dinle Serisi

Toprakla insan arasındaki ilişkilerden biri de ‘ölçüm’. Akıl baliğ olan insanoğlunun toprağı tanımlama yollarından biri mutlaka onu ölçüp biçmek. Erdağ Aksel’in, asıl niyeti bulunduğu yamacı ölçmek olsa da, aslında gönlünde ölçmeye niyetlendiği toprak parçasının üzerine uzanıp onunla hemzemin olmak yatıyormuş gibi görünen dev marangoz metresi de toprakla zihinsel ilşkler kurma gayretinin kendine özgü melankolisinden dem vuruyor gibi. İşin adı olan Karşılaştırmalı Belirsizlik de tam bu karşılaşmanın müphem niyetlerinden ve sonuçlarından bahsediyor sanki.
 
Doğanın sunduğu malzeme ile karşılaşmada onunla zıtlaşmak kadar - gene marangoz tabiriyle - malzemenin ‘suyuna gitmek’ de bir tavır. Chapuisat Kardeşler’in iki doğal oluşumun sunduğu/ teklif ettiği aralığa, gene onların önerdiği eğim ve hacimi kabullenerek insan eliyle bir yapı kuran Tatil Köyü işi kendisi de bir çeşit petek formunu yinelerek ardarda geriye doğru yükselen arı kovanlarından oluşuyor. Corbusier kuşağının az sayıda kadın mimarından Charlotte Perriand’ın tasarımlarından ilham alan bu ‘arılar için tatil köyü’ o kuşağın ütopik vizyonuna selam gönderirken kendisi de etkileyici bir insan yapısı, bir nevi eko-Xanadu oluyor.
 
Toprağın toprak olduğu kadar tevatüre, fısıltılara, mırıltılara, söylencelere açık olduğu da malum. Keyişdere Vadisinde bunlara kulak veren iki sanatçının işleri de var; bır tanesi, İris Ergül’ün Acaib-ül Mahlukat’ı, dik ve uzun bir merdiveni tırmanarak ulaştığınız bir peri bacası mağarasının içindeki mahlukat. Toprağa şamanik kültürlerin izlerini geri vermeyi amaçlayan totemlerle dolu mağaraya çıkış ve iniş, başlı başına, topraktan havaya yükselmeye, yere sıkıca basmaktan ayakları yerden kesmeye doğru bir hat öneriyor. Diğeri, Nermin Er’in büyük çoğunluğu Keyişdere vadisinde olan ama Avanos’da da bir kardeşleri bulunan Dinle Seri’sinin elemanları dizisi ise toprağın, rüzgarın, ağacın, suyun mırıltılarını, hışırtılarını, şıpırtılarını dinlememizi isteyen kocaman, megafonlara benzeyen konik formlar. Bunların uçlarındaki borulara kulaklarımızı dayıyor ve nasıl kulağımıza dev deniz kabuklarınnı yaklaştırdığımızda dalgaların sesini duyuyorsak burada da toprağın ve saz arkadaşlarının müziğini dinliyoruz. Nermin Er’in diğer işi Yanyana ise, bir mağaranın içine öbek öbek küçük mimari formlar, kağıttan yapılma iskeleler koyarak ya da daha doğrusu yığarak, doğanın devasa faaliyeti ile onun yanında minicik kalan insan faaliyeti arasındaki orantısızlık ama benzerlik ilşkisi hakkında bir ‘his’ sahibi olmamızı amaçlıyor.
 
Cappadox’ta topraktan havaya, iyice iyice yükseklere sıçrayacaksak, Mehmet Ali Uysal’ın Uçhisar kalesinin tepesine tünemiş kağıttan kayık heykeli de var. Nuh’un gemisinin sular çekilince Ararat’ın tepesinde kalakalması gibi bu gemi de yerden çok yükseklere tünemiş. Çok eski zamanlarda Kapadokya’nın sular altında olup omadığını, şimdi gördüğümüz coğrafyanın bir su altı manzarası olamadığını kim bilebilir?
 
Hector Zamora’nın tuğlaya ve içinden çıkmak için ket’edilen yolu gerisin geriye yeniden kat’etmeye adanmış Doğu işi labirenti, Yasemin Özcan’ın çömlek sanatının her aşamasına ve türüne adanmış Brancusivari ‘sonsuz zenaat’ sütunu, Guillame Bilj’in dünyevi şöhretin gelip geçici olduğunu dünyanın tam da en eski yerlerinden birinde bize hatırlatan memento mori niteliğindeki Şöhret Yolu işi, ve tabii insana özgü bir inatla ‘öldüm. toprağa karıştım, sonra yeniden dirildim’ diyen Yaşam Şaşmazer’in ‘Tahribat’ı, Cappadax 2017’nin önerdiği dünyadan çıkış ve ona muhtemel bir geri dönüş - umulur ki daha ‘olgun’ bir varlık olarak - yolları arasında bazı diğerleri.      

(Fotoğraf: Furkan Temir)        

Kaynak: Cumhuriyet.com.tr