Mahalledeki gündemi, devletin Kürt politikası belirliyor. Yakınları Sur’da, Cizre’de, Nusaybin’de, Silvan’da olanlar öfkeli. Yaşlılar her şeye rağmen‘barış’ dese de gençlerin, barışa dair hiçbir inançları yok. Ölülerine ağlayan bir halk, 30 yıllık komşularının empati kuramamasına şaşırıyor. Eylemlere tepki gösterenler, can güvenliklerinin olmadığını söylüyor.

Kürtler, Kanarya’ya 1970’lerin başında gelmiş. İlk gelen, Cizreli bir müteahhit. Belediye’de çalıştığı için semtin, alt yapı işlerini devralmış. Yanında Mardin’den getirdiği işçileri çalıştırmış. Kalfalarını yetiştirmiş. Bir süre sonra, burada inşaat işi Kürtler’den sorulur olmuş. Kürtler, Türk’lerin binalarında oturamadıkça, gece gündüz, çoluk çocuk el ele çalışmak zorundaymış ev sahibi olabilmek için. Kanarya’ya en büyük göç, köyleri yakılan Kürtler’in gelmesiyle 1994-1996 yıllarında yaşanmış. Mahallenin nüfusu bugün resmi kayıtlara göre 75 bin.

Kürtsen potansiyel suçlusun

Mahallede iç içe, aynı zamanda bir o kadar da ayrı iki dünya var. Oldukça renkli sosyal yaşamın yerini, akşam, polis müdahalesiyle büyüyen protestolar alıyor. Polis gaz bombası yağdırırken, eylemciler Şahin Caddesi’ne barikat kuruyor, ateş yakıyor. Otobüs seferleri durduruluyor. Semtin üzerinde, sürekli helikopter uçuruluyor. Örgütlü halk, protestoculara kapılarını açıyor. Polis ise sabaha karşı ev baskınları düzenliyor. Batman doğumlu bir genç. Epilepsi hastası. Bir gün önceki eylemden sesi kısılmış. Öfkeden ateş saçan gözlerini gözlerime dikiyor: “Bu zulüm, Kürt halkına yapılanlar sona erene kadar direneceğim.” Anneler çocuklarını korumanın derdindeler. “Gezi’de neden Kürtler yoktu” tartışmasını anımsatıyor söyledikleri: “Artık sıra Tükler’de. Madem kardeşlik istiyorlar göstersinler...” Kürt esnaf  ise devlete kırgın, sitem ediyor: “Biz zaten 90 lı yıllardan alışkınız. Kürtsen, bir kere, potansiyel suçlusun. Başka bir şey değil.”

Barış mı savaş mı?

HDP Mahelle Temsilciliği’ndeki sohbetimiz uzun bir masanın etrafında oluyor. Gençler bir yanımızda, büyükler diğer tarafta. “Eninden sonunda barış olacak” diyen 70’ini geçmiş amcaya gençler karşı çıkıyor: “Dün akşam herkes ‘savaş’, ‘savaş’, ‘savaş’ diye bağırdı. Kimse tencere, tava çalmak, yürüyüş yapmak istemiyor. ‘Silah var mı?’ diye soruyorlar...” Gençleri yatıştırmak üzere, “Kürtler’i öldürmekle bitiremezler” diye araya giriyor bir başka yaşlı amca: “Biji Azadi (yaşasın özgürlük) demek yetiyor polisin saldırmasına. Oralarda akrabası olan çok. Mecbur protesto yapacakalar. Kürtler barış istiyor. Biz kimsenin ölmesini istemiyoruz. Bu işin sonu nereye gidecek, elbet barış olacak.” Gençlerden yine itiraz yükseliyor. İçlerinden biri bahara işaret ederek, “İmralı’yı tanımıyorlar, Kandil’i tanımıyorlar, Meclis’i tanımıyorlar... Kürt halkına başka seçenek kalmıyor” diyor. Sonunda ısrarla ‘barış’ diyen 70’lik amca da pes ediyor: “Belki öyle bir zaman gelir ki Kürt halkı artık o barışı kabul edemez.”

Burası Teksas oldu

Can güvenliğinden endişe eden ve maddi durumu iyi olanlar mahalleyi terk etmiş. Olaylar sırasında sık sık gerçek silahlar konuşuyor. Yoldan geçerken serseri bir kuşuna denk gelmek de, direk hedef seçilmek de ihtimal dahilinde. Bizi, “Burası Teksas oldu. Akşam fazla dolaşmayın!” diye uyarıyor bir genç adam. Erenler Caddesi’nde, annesini ziyaret etmiş. Hava kararmadan mahalleden ayrılmanın derdinde. Biber gazından yazın pencereyi açmayacak olmanın derdine düşenler var. Arabasını evinin önüne park edemeyenler, Kanarya Camisi'nde cenazesini kaldıramayanlar da...  Fırlayan ev kiraları Kanarya’yı da etkilemiş. Yine de yoksulun yaşam alanı bulabildiği bir semt Kanarya. Mahalleli, Kanarya’yı değersizleştirip, ucuza kapatmak isteyen rant nedeniyle hırsızlık ve uyuşturucuya göz yumulduğunu, en küçük protestoya bile aşırı güç kullanıldığını düşünüyor.

Kardeşleri düşman ettiler

Mahallede kentsel dönüşüm hız kesmiyor. İnşaat şirketleri, yan yana yaşayan iki kardeşi birbirine düşman ediyor. Çünkü, Kentsel Dönüşüm Yasası’na göre, bir evi yıkmak için o parseldeki 3’te 2’nin onayının alınması yeterli oluyor. Şirketler, anlaştığı hak sahibine daha iyi teklif sunuyor. Diğer ortak en düşük fiyattan anlaşmaya zorlanıyor. Erenler Caddesi’nde, meyve ağaçlarının altında, bahçeli tek katlı evlerde yaşayanların, 10 yıllık bezdiren bekleyişi sürüyor. 2006’de tapuları iptal edilmişti. Riskli alan ilanıyla evlerin yıkılacağı söylenmişti. Şimdi, belediye ‘tamir edin oturun’ diyormuş. 640 hane tedirgin.... Evlerde yaşayanların yoksulluğu göze çarpıyor. Kara kara düşünüyorlar, eski evleri nasıl tamir edeceklerini. Hazineye ait arazide oturmanın faturası olarak çıkarılan 100 bin TL’yi aşan kira bedelleriyle boğuşuyorlar. Çoğu hiç ödeyememiş...

O sokakta dinmeyen acı

İç savaştan kaçan yaklaşık 30 bin Suriyeli de Kanarya’ya sığınmış. Biz, Toy Sokak’ta, belki de yakında yıkılacak olan eski dökük bir evde rastladık Suriyeli kadınlara. Mutfağa götürdüler bizi önce, evde yiyecek hiçbir şeyin olmadığına inandırmak için. Dört aylık bebeği ve boş biberonu gösterdiler... Dönerken, Üveyik Sokak’a uğradık. Kürt işadamı Halil Alpsoy, 30 Nisan 1994’te, gece saat 01.00 sıralarında o sokaktaki evinin önünden, beyaz bir Şahin’e bindirilerek götürüldü. İşkenceden tanınmayacak hale gelen bedeni 18 gün sonra Kırıkkale’de bulundu. Cumartesi Anneleri’nden Fikriye Alpsoy, aynı yerde 23 yıldır ağıt yakıyor. En büyüğü 11 yaşında, en küçüğü 40 günlük, 6 çocukla bir başına kaldığında 25 yaşındaydı. 40 günlük bebeğe babasının adını verdiler. O şimdi askerde... Halil Alpsoy, Mardin Midyat’lı. Sefaköy’de deri atölyesi vardı. Yanında 60 işçi çalışıyordu. Kanarya’ya 1970’lerde yerleşen, ekonomik gücü olan bir isimdi. Gözyaşları içinde anlatıyor Fikriye anne: “Kürt olduğumuz için öldürdüler. Bu evde öleceğim ben de... Allah ne bu dünyada ne öbür dünyada hakkımızı onlara bırakmasın.”

Karakol karakol gezdirdiler

Eşinin götürülüşünü daha dün gibi anımsıyor: “Akraba ziyaretinden döndük. Kucağımda bebeğimiz vardı. Tam eve girecekken durdurdular. Üçü de ceketini açtı, rozetlerini gösterdi, ‘yarım saat sonra gelecek’ dediler. Eve çıktım, telefonumuzu kesmişler... Sabah karakola gittim. Komiser, ‘Sefököy’e git’ dedi. Orada dediler ’Şirinevler’e git’, oradan ‘Bağcılar’a git’... İstanbul’da beni gezdirmedikleri karakol kalmadı. En sonunda ‘senin kocan Kürt ise Gayrettepe’ye işkenceye götürmüşlerdir’ dediler...” Gayrettepe’de işkenceye alınanların eşyaları arasında, eşinin çamaşırlarını aramış Fikriye anne. “Eğer şansın varsa çamaşırları bulursun” demişler. Orada alt katlardan gelen bağırmaları, çığlıkları unutamıyor...  Halil Alpsoy’un ev telefonu, pantolunun cebinin astarına yazılı olmasa, kimsesizler mezarlığına defnedilecekmiş...  Elinin üstündeki yanık izinden teşhis edilebilmiş ağabeyi.

40 günlük bebeğin rüyası

Çocuklarının arkasında dağ gibi durabilmiş Fikriye anne. 9 torunu var. Sondan ikinci çocuğu haftaya evleniyor. Torunlarını Galatasaray’da büyütmüş. Sağlık sorunları yüzünden artık Cumartesi’leri katılamıyor yoldaşlarına. Çocuklarla bugüne nasıl geldiğini bilmediğini söylüyor: “40 günlük bebeğimiz, herhalde rüyasında görmüş. Daha yeni yürüyordu. Bir gün sabahın 5’inde uyandım. Balkona çıkmış ‘baba, baba’ diye bağırıyordu. Yine bir sabah kalktım. Çocukların başının altında bir tane yastık yok. Baktım ki hepsini kapının arkasına dizmişler üst üste. ‘Polis babamızı aldı, seni de götürmesin’ dediler... 10 yıl önceye kadar kocamı polisler götürdü diyemiyordum ben...”

Kaynak: Cumhuriyet.com.tr