Artvin’de yaşam alanları için mücadele eden direnişçi kadınlardan sadece biri, Yeşil Artvin Derneği Başkanı Neşe Karahan.... Artvin’de 14 Şubat 1956’da doğan Karahan çevre mücadelesine eşiyle birlikte on yıllar önce başlamış. Kendisine bu mücadelenin amacını sorduğumuzda kararlı bir yüz ifadesiyle cevap veriyor: “Gövdenizden başınız kesilse, yaşayabilir misiniz?”

Artvin Cerattepe’nin maden için işgal edilmesinin ve gaza boğulmasının ardından Neşe Karahan’ın yanındayız. Karahan son zamanlarda günlerini Cerattepe’nin kurtarılması için mücadele ederek geçiriyor. Kahvaltısının ardından tüm gün dernekte görüşmeler yapıyor ve bundan sonraki süreç için çalışıyor. Herkesin birbirini yakından tanıdığı Artvin’de Neşe Karahan’a ilgi de yoğun. Karahan’la dernekte gerçekleşen sohbetimiz bile şehir dışından gelen selamlar ve telefonlar eşliğinde sürüyor.

 

Bir pastane hikâyesi...

Karahan 35 yıl önce devlet memurluğunu bırakarak eşiyle birlikte ‘Cennet Pastanesi’ni açıyor. Geçtiğimiz günlerde hem mücadeleye hem de pastanesine yetişemediği için Karahan burayı kapatmak zorunda kalmış. Karahan’a ilk olarak geçen yaz konuk olduğumuz ‘Cennet Pastanesi’ni soruyoruz. Derin bir nefes alan Karahan, “Pastacılık uzun soluklu ve güzel bir iş ama hizmet sektörü... Sabah 5, 6’da kalkacaksınız. Gece yarısına da devam edeceksiniz. Yaşam alanlarımıza müdahaleler artınca yetişemedim hem oraya hem buraya. Her 23 Nisan’da ücretsiz dondurma dağıtırdım. Bu yıl dağıtamayacağım, ona üzüldüm” diyor.

Karahan çevre mücadelesine İstanbul’da eczacılık okuyup Artvin’e dönen eşiyle birlikte başlamış. Eşinin 1995 yılında trafik kazası sonucu hayatını kaybetmesinin ardından da dört elle sarılmış mücadelesine. Karahan o günleri bize şöyle anlatıyor:

“12 Eylül’den sonra Türkiye’de özellikle çevresel anlamda bazı şeyler çok hızlı değişmeye başladı. O daha duyarlıydı, sorgulamalara başlamıştı. Tüm hayatımız burada geçti. 90’lı yıllarda bir ara meyve ağaçlarını kesiyorlardı, biz onlara da karşı çıktık. Sonra tıraşlama kesim yaptılar. Onlar için de mücadele ettik. Orman Bakanlığı da yanlış yaptığını sonra kabul etti. HES’ler ve madenlere karşı doğamızı korumak için mücadele ettik. Davaları kazandık. Tam kurtardık dedik. Şimdi de Mehmet Cengiz çıktı. Dünya mirası ve doğa harikası bir yerde yaşıyoruz. Yüzyıllardır uygulanan yasalarımız var. Yazılı bir emir değil tabi. Sözlüdür. Bu yasaklar yaşam alanlarımızın korunması için. Bu alanlar korunmazsa biz aşağıda yaşayamayacağımızı biliriz. Yasak dağ, yasak vadi gibi... Oraya hiç kimse ne bir tavuğunu bırakır ne de bir çalı koyar. Bazı köy karar defterlerimizde de yazılı.”

Yeşil Artvin Derneği ise 20 yıl önce çeşitli insanların Artvin’i korumak için bir araya gelmesiyle oluşmuş. Artvin’in başında her kara bulut dolaştığında dernek çatısı altında toplanılıyor, konuşuluyor. Hukuki süreçte ihtiyaç duyulan yüksek harç paraları ise halk tarafından karşılanıyor. Karahan’a dernek başkanlığı sürecini sorduğumuzda, “Dernek başkanı olmak da çok önemli değil. Hepimiz dernek başkanıyız benim sadece adım başkan. Ben sadece belki, biraz daha fazla mesai harcadım. Madenciliğin temiz bir şey olmadığını biliyoruz. Hepimiz Artvin’in yaşamıyla ilgili mücadale ediyoruz. Çoğu kişi çocuğunun evi, arabası, iyi bir eğitim olsun ister. Biz doğal mirasımızı bırakmak istiyoruz” yanıtını veriyor.

 

Artvin TOMA’yla tanıştı

Karahan’ın üniversiteyi yeni bitirmiş iki oğlu var. Biri Ankara’da avukatlık diğeri ise İstanbul’da endüstri mühendisliği yapıyor. Geçen hafta Cengiz İnşaat tarafından çevrilen ve yoğun güvenlik önlemi alınan Cerattepe’ye çıkmak isteyen halk arasında onlar da varmış. Karahan bize o günleri, “Artvin böyle zulüm görmedi ve TOMA’yla ilk kez tanıştı” sözleriyle anlatıyor. Hayatında ilk kez gaz müdahalesine maruz kalan ve ilk kez gözaltına alınan Karahan biber gazı müdahalesi sırasında kendisini ölecek sanmış. Artvin’de ilk kez bu kadar güvenlik önlemi alındığını anlatan Karahan sözlerini şöyle sürdürüyor:

“Valiliğin önünde, Cerattepe’de sürekli polis bekliyor. Şehir dışından da destek gelmiş. Cerattepe’de hukuksuzca niye bekliyorlar? Polisin de halkı koruması gerekiyor. Şehirde öylece dolaşıyorlar. Geçen camdan baktım polislere. Okul bahçesinde çocuklarla top oynuyorlar. Biz düşman mıyız? Asla mücadelemizi başka yollarla sürdürmedik hem hukuksal hem de bilimsel verilerle mücadelemizi sürdürdük. Bedenimizle oradaydık. Bu şekilde sürdürmeye de devam edeceğiz.”

 

‘Artvin halkı yenilmez’

Karahan’a son olarak ömrü boyunca sürdürdüğü yeşil mücadelesinin amacını soruyoruz: “Bu bizim yaşamsal mücadelemiz, yaşamımız... Kafamızı kesecekler, gövdenizle yaşayın diyecekler. Başka bir şey değil bu. Artvin’i karşınıza alın. Gördüğünüz ve göremediğiniz her yer maden alanı. Eğer bir madencilik faaliyeti olursa Artvin olmaz. Huzurlu ve barışçıl yaşamımızı bozmaya çalışıyorlar. Biz buna izin vermeyeceğiz.”

Sohbetimizin sona ermesinin ardından Artvin merkezinde ellerinde tencerelerle kadınlar toplanıyor. Karahan meydana çıkıp kadınların arasına karışıyor ve kadınlarla birlikte Cerattepe’de yapılmak istenen maden faaliyetlerini protesto ediyor. Karahan tüm kadınları her gün yürüyüşe çağırıyor. Şehirden ayrılırken Karahan’ın son cümlesi yankılanıyor:

“Cerattepe geçilmez, Artvin halkı yenilmez, her ne kadar yenilmiş gibi gözükse de geçemeyecekler.”

 

'Korkmadım, susmadım'

Mimarlar Odası Ankara Şube Başkanı Tezcan Karakuş Candan, Atatürk Orman Çiftliği (AOÇ) ve ‘Kaçak’ Saray’ın hukuksuzluğunu ortaya çıkaran mücadelesiyle hedef gösterildi, tehdit edildi. Linç edilmek istendi. Soruşturma geçirdi, hakkındaki suç duyurularının ardı arkası kesilmedi. Koruma talebi, komik bir gerekçeyle reddedildi. Ama o korkmadı, susmadı. Devam ediyor, yolunda yürümeye... “Gezisi, AOÇ ve ‘Kaçak’ Saray mücadelesi, Cerattepe ve yeşil yol direnişi olan bir ülke asla karanlığa ve diktatörlüğe teslim olmaz, olmayacak da... Demokrasi, barış, özgürlük için mücadele eden tüm kadınlara yürek dolusu direnişler” diyor.

Candan’a göre, AOÇ ve ‘Kaçak’ Saray mücadelesi özgün ve alışılmadık şekilde, aklın, bilimin yaratıcılığında gelişti. Eylem yapmanın başka yolları olacağını herkese gösterdi. “Bizi durdurmak için her yolu denediler” diyor ve ekliyor: “Ama bizi susturmayı başaramadılar. Karşımızda her şeyi elinde bulunduran bir güç var. Bizim sadece bilgimiz, yaratıcılığımız ve haklılığımız var. Haklı bir davayı savunmak insana dayanma gücü veriyor. Bu süreçte her tür baskıyı dayanışmayla aştık.”

Candan ve arkadaşlarının bu süreçteki bütün şikâyetleri takipsizlikle sonuçlandı. İtirazları reddedildi. ‘Kaçak’ Saray’daki iftar masasının tahmini maliyetini açıkladığı için ‘Cumhurbaşkanı’na hakaret’ten yargılanıyor. Cumhurbaşkanı da 50 bin liralık tazminat davası açmış. Bülent Arınç’ın, Melih Gökçek için “Ankara’yı parsel parsel sattı” sözleri üzerine Gökçek hakkında suç duyurusunda bulunduğu için Gökçek’e hakaret iddiasıyla da yargılanıyor. 18 Mart’ta duruşması var. Candan’ın Anayasa Mahkemesi’ne yaptığı başvuru ise henüz sonuçlanmadı. Tehditlerle ilgili iki kez valilikten koruma istediler. Talep, ‘yasadışı örgütler tarafından güncel tehdit edilmedikleri’ gerekçesiyle reddedildi. Candan, “Zaten tehdit edenler, hedef gösterenler, yasalarla seçilmiş yöneticilerdi” diyor.

‘Kaçak’ Saray’ı ‘hukuksuzluğun, otoriterliğin ve rejim değişikliğinin simgesi’ olarak, ‘toplumun özgürlüklerini, barışını, geleceğini tehdit eden bir kâbus mekân’ olarak değerlendiriyor: “Atatürk’ün vasiyeti ve şartlı bağışı ihlal edilip, hukuk kararlarına uyulmadan, vergiler israf edilerek yapılan sarayda, yapılan her şey kaçaktır.” Candan’a göre AKP, Ankara’da neo-liberal politikaları uygularken, siyasal İslam ideolojisi ile Cumhuriyet’le hesaplaşıyor. Cumhuriyet’in simge mekânlarının izlerinin silinmeye çalışılmasına tepkili: “Bu durumda direnmek kaçınılmazdı. En güçlü dayanağımız, anayasal ve hukuksal güvencemiz. Umut haline getirildiğimiz bu mücadelede kadın emeği var. Yarın belki isimlerimizi kimseler hatırlamayacak. Ama ‘Mimarlar Odası susmadı’ diyecekler.”

Candan’ın çocuk yüreğine direniş tohumlarını eken 12 Eylül faşizmiydi. Yoksul bir ailenin çocuğu olarak hayata başladı. Demokrasiye inandı. Üniversitede, tek tip öğrenci derneği yasasına karşı, paralı eğitime karşı, eğitim şûrasında onlarsız alınan kararlara karşı mücadele etti, dayak da yedi: “Soğuk kış günlerinde, okula gidecekken, annemle gözaltında olan babamı emniyetin önünde bekleyerek öğrendik, mücadeleyi... Zorbalık her dönemde vardı” diyor.

Candan’ın yaşamında aslında birçok dönüm noktası var. Doğduğu günün baharın başlangıcı olması, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın AOÇ mahkeme kararını tanımadığını söylemesi, sokaklara “lanetliyoruz” yazılı fotoğraflarının asılması... En önemlisi belki de oğlunun doğumu. Çocuklara güzel bir yaşam bırakma isteği, doğumdan sonra zirve yapmış. Candan, ilkokuldayken yaz tatili başlamadan AOÇ’a pikniğe gittiklerini anlatıyor. Orman öylesine büyük gelirmiş ki, kaybolacağını sanırmış. Karadeniz Havuzu’nu görünce, el çırpmışlar sevinçten, Ankara’da deniz varmış diye...

Mimar olunca da kendini, Ankara’da, anılarının izinde, ‘yaşam kaynaklarını korumaya’ adamış.

 

‘Hava, su, toprak... Ötesi var mı?’

Loç’un sarı yazmalılarından Halime Çakmak... Dört dağın ortasındaki çukurda muhteşem doğayı yok edecek HES’e karşı direnişe omuz verenlerden. Toprağına sahip çıkarken, işyerini kapatmak zorunda kaldı, borçlandı, çok büyük üzüntüler yaşadı. Gözaltına bile alındı. Hâlâ daha 84 kişiyle birlikte yargılanıyor. Sultangazi’de küçük dikiş- nakış atölyesinde buluştuk Halime ablayla. 2009 yılında başlayan mücadeleye dair sohbetimiz, bazen gözyaşlarıyla, bazen de şen kahkahalarıyla bölündü. İnanılmaz bir enerjisi vardı. Sarı yazmasını ve geleneksel elbisesini giydi, objektifimize poz verdi. İçtenlikle sorularımızı yanıtladı...

 

Saklı bahçe

Loç Vadisi Loç köyünde doğmuş, büyümüş Halime Çakmak. Eşi de aynı köyden. Evlenince para kazanmak üzere, büyükleri köyde bırakıp İstanbul’un yolunu tutmuşlar. İlk fırsatta soluğu Loç’ta almak üzere... Loç Vadisi’ni saklı bahçe olarak düşünürmüş. “Hiç aklıma gelmezdi, bir gün gelecekleri...” diyor. Dedesinin amcasının bir sözü, HES mücadelesinde hiç aklından çıkmamış: “Hakkım var de!” Loç’un dağında taşında hakkının olduğunu, çocukluğundan biliyor. İş makinelerini, atalık merayı kazarken görünce, hemen savcılığa bir dilekçe yazmış. Hiçbir yanıt alamamış tabiki... Sonra projenin detaylarını vadideki bütün köylüler öğrenmiş. Karşı çıkanlar ve onay verenler bölünmüş. 233 kişi projenin iptali için dava açmış. HES’i araştırdıkça rantın büyüklüğünü görmüşler. Devletin şirkete 2 milyon dolar hibe ettiğini söylüyor üstüne basa basa. Halime abla, jandarmayla karşı karşıya geldikleri anı unutamadığını söylüyor: “‘Bu HES. Devletin işi. Devlete karşı gelemezsiniz’ dediler. Sen devletsen ben kimim? Ben de halkım. 50 yaşında ilkokul mezunu bir insanım. Jandarmadan korkan insanlardık. Biz anneler, doğurup, büyütüp askere gönderiyoruz. Sonra o jandarma beni babamın tapulu tarlasından atmaya kalkıyor. Bir taş aldım yerden, kafama vurmaya başladım...

 

‘Abla emir yukarıdan’

O an bir askerin ağladığını gördüm. ‘Abla emir yukardan’ diyordu. Yukarda Allah’tan başka kim var? Gözaltına aldılar, nezarete attılar. 5 dakika sonra bıraktılar.” Geriye dönüp baktığında, “İyi ki yapmışım” diyor, gözleri ışıl ışıl. Köyünde ilk ayaklanan kendisi olunca dedikodu kazanı da kaynamış. Kayınbabasının “köyü kurtarmak tek sana mı kaldı” demesi çok ağır gelmiş. Yılmamış, bugünler de geçecek diye düşünmüş hep. Haklı çıkmanın mutluluğunu yaşıyor şimdi. Bir de, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın çevrecilere ‘çapulcu’ demesine çok içerlemiş.”

 

Avrupa’da sarı yazma...

Sarı yazmalıların seslerini duyurmalarında Doğa Derneği’nin çok emeği var. Halime ablayla 16 kişiyi Avrupa Parlamentosu’na götürdüler. Halime abla, orada yürekten, etkileyici bir konuşma yapmış. Eşinin hazırladığı metnin tamamen dışına çıkmış, gülerek anlatıyor: “Köy kıyafetlerimi giydim, yeşil lastiklerimi, sarı yazmamı... Benim yerimde ol, hayatta yurtdışına gitmemişsin, hiçbir bilgin, yabancı dilin yok. Ama o an ölüm mölüm görmüyorsun.” Kahkahalarla, devam ediyor: “Konuşmayı dinleyenlerden bir adam gözünü benden alamadı. İlk sefer hayatımda bir insanla öyle göz göze geldim.” Devrekani Çayı, Kastamonuluların tatil alanı aynı zamanda. Çayı, anlata anlata bitiremiyor Halime abla da. Çocuklarını o çayın kenarında büyütmüş. Emekli olur olmaz, oraya dönecek. Erken yaşta çalışmaya başlamış ama sigortasızmış o zamanlar. Ev işlerinde, otellerde çalışmış. Çalıştığı yerlerde, çayın fotoğraflarını gören bir işadamı, “o sular kalmayacak” demiş bir gün. 15 sene öncesi. ‘Kimse orayı bulamaz’ demiş demesine ama o kelimelerden de çok korkmuş. HES gelince, Loç’a sıkı sıkı sarılmak için o konuşmalar beyninin içindeymiş.

 

Davaları bitmedi

Halime abla, 80 yaşındaki nineler ve dedelerle birlikte, “hakaret”, “Orya Enerji’nin çalışma hürriyetini engellemek” gibi iddialarla yargılanıyor. İddiaların hepsinin gerçek dışı olduğunu söylüyor. Davanın yıldırmak için açıldığını biliyor. Lakin bunca yıl sürebilmesine hayret ediyor. Sitemi de var: “Kalk şimdi suçluymuş gibi yargılan. Bize sahip çıkacak kimse yok mu? Bizim oylarımız nereye gitti?” Şirketin şantiyesi ise vadiden iki ay önce kaldırılmış. O ana kadar maaşlı iki elemanları varmış köyde. Arada ‘gitti paracıklar’ diye üzülenler olsa da, şimdi hepsi tek yumruk. Dere kenarında kuş uçmasın diye iki bekçileri var. Halime abla, “Daha bilgiliyiz. Bir çoğumuz neredeyse hukukçu olduk. Herkes köyünün, bir damla suyunun kıymetini biliyor artık. Ben de bu üç şey için uğraştım: Su, toprak, hava. Var mı ötesi?” diye soruyor.

 

'Yaylasız durmayız biz'

“Devlet biziz. Devlet bizsiz olur mu, biz devletsiz olabilir miyiz?” çığlığı hâlâ hafızalarda taze Rabia Özcan’ın. Yeşil yol direnişçilerinin Rabi Ana’sı o. Yeşil yol mücadelesinin köylüleri kenetlemesinden, eskimeye yüz tutmuş dayanışmayı gün yüzüne çıkarmasından memnun.

TEMA Vakfı’nın açtığı davada Danıştay’ın Yeşil Yol Projesi’ni de kapsayan Karadeniz Bölgesi’ndeki 6 ilin Çevre Düzeni Planı’nda “yürütmeyi durdurma” kararı vermesi bölge halkını rahatlattı. TEMA’nın kazandığı dava, yeşil yola dair hiçbir çalışmaya izin vermese de halk temkinli. ‘Mahkeme kararı uygulanacak mı?’ sorusu tedirgin ediyor. Rabia Ana, “Devlet var ya, aslında bizi ödüllendirmeli. Biz devlete yük olmamak için buralarda mücadele ediyoruz. Kimseye el açmadık, alnımızın teriyle yaşıyoruz. Karşımıza böyle işler çıkınca da şartellerimiz atıyor” diyor.

58 yaşında. 4 çocuk annesi. Bir süre Yalova’da yaşamışlar. 35 yıl sonra severek evlendiği kocasından boşanmış. Küçük oğluyla yaşıyor şimdi. Tansiyon hastası. Devletle böyle karşı karşıya gelecekleri hiç mi hiç aklına gelmezmiş: “Biz devletimize sahip çıkan insanlardık. Jandarma kim? Bizim evlatlarımız. İçlerinden biri ‘Emir kuluyum. Devlet yaptırıyor’ deyince, bana geldiler. Bu yeşillikleri biz elimizde tutmasak, bakmasak devlet ne görecekti? Ormandan kuruyan ağaç dışında kesmişliğimiz yoktur. Yaylamızdan vazgeçemeyiz. Kimse göz dikmesin...”

 

'Nefesinizin savunması'

Çoğu kişinin Gezi Direnişi’nden tanıdığı yüksek mimar Mücella Yapıcı’nın yaşam alanına yönelik direnişi çocukluğuna dayanıyor. Babasının mesleğinden dolayı Anadolu’yu karış karış gezen Yapıcı direnişinin amacını “Bu bir yaşam alanı mücadelesi... Nefesinizin savunması...” diye anlatıyor. İstanbul’da 1950 yılında doğan Mimarlar Odası ÇED Danışma Kurulu Sekreteri Mücella Yapıcı doğayla buluşmasını Anadolu’da geçirdiği çocukluğuna bağlıyor. Doğayla iç içe büyüyen Yapıcı “İstanbul’a döndüğümde Çamlıca Kız Lisesi’nde, çamlar arasında ilk gençliğimi yaşadım. Denizi ilk kez Haydarpaşa’dan gördüm” diyor.

İstanbul Teknik Üniversitesi’nde mimarlık okumayı tercin eden Yapıcı o günleri şöyle anlatıyor: “12 Eylül’de belediyede çalışıyordum. Yeşilköy’de 500 bin metrekarelik yeşil alanın satışı yapılacaktı. Direndik. Sonra istifa ettim ve eşim kanserden yaşamını yitirene kadar kamu yararı ön planda serbest mimarlık yaptık. 2003’te de Mimarlar Odası’na başladım. Şimdi orada Dünya Ticaret Merkezi var. 16 yıl sonra davayı kazandık.”

Yapıcı, “Egemen olan hep en çok kadın ve doğa üzerinde baskı kurdu. Gezi’den sonra halk da bir 3. göz oluştu. Bu yaşam alanı mücadelesi...” ifadelerini kullanıyor.

Kaynak: Cumhuriyet.com.tr