Işıl CİNMEN-Nurhak KAYA/

18 Haziran gecesi, Cihangir’de yaşanan olaylar sonucunda Cumhurbaşkanı’ndan Radiohead’e tüm dünyanın gündemindeki kişi haline geldi.

Plakçısının önüne kapanmış ağlayan hali, çoğumuzun kalbinin ortasına oturdu.
Tanımadığımız bu adamın gözyaşları, saygısızlığın, haksızlığın, tahammülsüzlüğün resmiydi.

Seogu, gazetelerin röportaj taleplerini reddetti; “Benim yüzümden toplumsal bir olayın fitili ateşlenecek diye ödüm koptu. Sonuçta ben misafirinizim...” dedi.

O yüzden bu röportajın konusu, Seogu’nun yaşadığı korku, başına, göğsüne aldığı darbeler değil. Zaten tüm bu olanlar, onun sıradışı hayatının yanında konuşmaya değmeyecek kadar değersiz; sadece onu tanımamız için bir vesile…

Biz, çekik gözlerinden dökülen gözyaşıyla gözlerimizi dolduran bu adamın hikayesini merak ettik. Aklımızda sadece “Türkiye’den Koreli bir plakçı geçti” diye kalmasın istedik… Onu tanımak, onunla tanışmak, “Geçmiş olsun”u gözlerinin içine bakarak söylemek, korkusunu azaltmak için sırtını sıvazlamak istedik.
Seogu, politik tartışmalardan uzakta, eski hayatına kaldığı yerden, İstanbul’da, bizimle devam etmek istiyor. Belki bu talihsiz olay neticesinde kazandığı, onun kalbinin acısını kendi kalbinde hissedebilen birkaç yeni arkadaşla birlikte…


IC: Kalbin kırıldı farkındayım ama elimizden çok fazla bir şey gelmeyeceğinin de sen farkındasındır. Yine de bu ülkenin bir bölümü başına gelenlerle ilgili sorumluluk hissediyor. Bizi affetmen için ne yapabiliriz?
Ne hissettiğimi nasıl anlatacağımı bilmiyorum... En çok bu duygunuzun altında eziliyorum ben;Türkiye’den birçok insan bana yardım etmek istiyor, bu bende müthiş bir baskı yaratıyor. Kendinizi suçlu ya da sorumlu hissetmenizi istemiyorum. Kalbim kırık evet, ama Türkler yüzünden değil. Kore’de herkes beni suçluyor ve inanın bu daha rahatlatıcı...

IC: Neden seni suçluyorlar?
Bu olay Kore basınında da çıktı ve Kore’dekiler benim bir hata yaptığımı düşünüyorlar. İçinde yaşadığım kültüre saygısızlık ettiğimi düşündükleri için bana kızıyorlar. Böylesi daha iyi... En azından Türkleri suçlamıyorlar.

NK: Birden Radioheadden devlet başkanlarına herkesin gündemine oturdun. Ne hissediyorsun?
Çok rahatsızım. Ben kimsenin tanımadığı, sıradan bir insanım. Kimsenin istemediği Indie müzik plakları satıyorum ve böyle de kalmak istiyorum. Bu ilgi ve tepki benim için çok fazla ve biraz da korkutucu.

NK: Olaylardan ailenin haberi oldu mu?
Kore’de basında çıkan haberlerde başta ismimi yazmamışlardı. Daha sonra ise Korece ismimi İngilizce kullandığım için çıkan haberlerdeki kişinin ben olduğumu ailem anlamadı.
Yaşadıklarımı bir tek ablam biliyor ve o da ailenin geri kalanının duymamasının daha doğru olacağını düşünüyor.


IC: Plakçıyı ne zaman açtın?
22 ay önce. Kendimi bildim bileli plaklara ilgim oldu, her gördüğüm plağı alır, biriktirirdim. Koleksiyoncu gibi… Çok plak aldığım için hepsini dinleme imkanım olmazdıama plaklarımı saymak beni mutlu ederdi. Onlara baktığımda tarihin sevdiğim bir kısmının benimle birlikte olduğunu hissederdim. İstanbul’da yaşamaya başladığımda uzun süre plakçıları dolaştım ve benim istediğim plakların, dinlediğim müziğin burada çok zor bulunduğunu anladım.


NK:Ne tür müzik dinliyorsun?
Ben daha çok Lo-Fi tarzı müzik seviyorum. Türkiye’de bu tarz plaklar pek olmasa da bu müziği dinleyen insanlar az da olsa var. O yüzden Velvet Indieground’u açmaya karar verdim. Cihangir ve Beyoğlu’nda dolaştım ve sonunda o küçük dükkanıbuldum.

NK: Pek kimsenin dinlemediği bir müziği satarak para kazanabiliyor musun?
Hahaha hayır, neredeyse her ay zarar ediyorum. Ama olsun, sonuçta istediğim işi yapıyorum ve bir şikayetim yok.

NK: Radioheadden önce hangi etkinlikleri yapmıştın?
Bu ilk etkinliğimdi aslında... Facebook’taki organizasyon sayfasınıbin kişi takip ediyordu. 500 kişi gelmeyi düşünüyorum demişti. Ama bilirsiniz, belki 50 kişi gelecek diye düşünüyordum. Böyle olacağınıhiçdüşünmemiştim. Zaten daha önce mahalle halkıile hiçsorun yaşamamıştım, komşularımla hiçbir problemim yoktu.

IC: Seni İstanbula getiren hikaye nasıl başladı?
Kore’de bir inşaat şirketinde çalışıyordum. Hiçsevmediğim bir işim ve benim olduğunu hissedemediğim bir hayatım vardı. Şehir mühendisliği okumuştum ama tezim bile müzik üzerineydi. Müziğin, şehir peyzajınınasıl etkilediği ile ilgili... Dolayısıyla şirkette çalışırken işimden nefret ediyordum; mümkün olduğunca ucuza arazi alıp üzerine binalar dikmek ve diktiğin binalarıdairelere bölerek satmak... İşim bundan ibaretti. Bunu sevmiyordum ama para kazanmak için çalışmam gerekiyordu. Bir gün bir müzik dergisinde İngiliz Indie rock grubu The Libertines’in öyküsüyle karşılaştım, büyülendim.

NK: Yani hayatının anlamını bir müzik grubunda mı buldun?

2006 yılında The Libertines’in eskiden yaşadığı, çaldığı yerleri görmek için, parçalarını yaparlarkenki duygularını anlamak için Londra’ya gittim. Oraya gidince, “Aman tanrım! Eskiden cehennemde yaşıyormuşum” dedim. Özgürlüğü bilmiyordum, nerede yaşadığımın farkında değildim. İşte o zaman Kore’yi ve kendime ait olmayan o eski hayatı terketmeye karar verdim. 2008 yılında ise işi gücü bıraktım ve dünyayı gezmeye başladım. İngiltere’den başlayarak, Musul, Suriye, Ürdün, Türkiye, İran, Avrupa, Amerika… Her yeri gezdim.


NK: Türkiyeye yolun nasıl düştü?

Yıl 2008’di. Sınırdan geçmek icin Halep'ten otobüse bindim ve o otobüs beni Tel Abyad yakınlarında neresi olduğu belli olmayan bir yerde bıraktı. Orada bir minibüs buldum ve köye geçtim. Sınıra doğru yürümeye başladım ve biraz beklemek zorunda kaldım. Çünkü Suriye sınır kapısı tarafında öğle yemeği arasıydı. Sonra sınırı geçtim ve Türk tarafına geldim. Türkiye’deki ilk gecemde Adıyaman Kahta’da kaldım.


DEVAMI OT DERGİ TEMMUZ SAYISINDA!


Kaynak: Cumhuriyet.com.tr