Şansal Büyüka, Avrupa Futbol Şampiyonası'na (EURO 2016) ilk turda veda eden A Milli Takım'ı masaya yatırdı.

İşte Büyüka'nın Milliyet Gazetesi'ndeki o yazısı:

Milli Takım ve kampı kişisel hesaplaşmaların yapıldığı bir arenaya döndü ve bunun faturası herkese, hepimize, ülkemize ağır çıktı. İtalyan’ın şerefini (!), sistemin “danışıklı döğüşe ne kadar elverişli“ olduğunu konuşalım, tartışalım ama ana gerçeği asla unutmayalım; ne ekersen onu biçersin...

Kısa mesafeli yarışlara geç başlarsanız, sonradan ne kadar hızlanırsanız hızlanın, göz açıp kapayana kadar yarış biter... Bakmışsınız o kadar gayrete rağmen geride kalmışsınız... Bizim Avrupa Futbol Şampiyonası’ndaki halimiz kısa mesafeli atletizm yarışı gibiydi... Biz geç bile başlamadık, ilk iki maça hiç başlamadık... Son maçta açıldık ama geçmiş olsun... Bu bakımdan İtalya‘nın şerefli (!) oyununa ve kadrosuna ne kadar kızarsak kızalım, gerçek suçlu biziz... Kendi işimizi kendimiz bitiremez, ele güne muhtaç hale gelirsek olacağı budur; Kendi düşen ağlamaz...

Açık konuşalım; Profesyonelliğin nimetlerinden yararlanıyoruz, külfetlerine katlanamıyoruz... Fatih Terim‘i iyi tanıdığımı düşünüyorum... Kafasına silah sıksanız, Çek maçından 24 saat önce o açıklamaları yapmaz... Düşünün ne kadar canına “tak“ demiş, ne kadar “isyan“ noktasına gelmiş ki, verdi veriştirdi... Hatırlayalım; hoca, “Avrupa şampiyonasına, şampiyona kampında hazırlanılmaz... Futbolcular bütün uyarılarıma rağmen bu kampa hazır gelmediler” dedi... Bırakın bizi, dünyanın en ünlü spor dergisi L’Equipe futbolcularımızın adını tek tek vererek, kaç kilo fazlaları olduğunu yazdı...

UEFA’nın Alman medya sorumlusu bütün gazetecilerin içinde “Benim işim değil ama şaşırdım. Türk takımı yürüyerek oynuyor“ dedi... Diyeceğim, bizim ilk iki maçtaki perişan halimiz, sadece Türk medyasının, Türk vatandaşının değil, başta Avrupalılar herkesin dikkatini çekti ve şaşkınlıkla karşılandı... Fatih Terim’in ister itiraf deyin, ister ifade deyin, şu söylediği çok ilginç değil mi: “Kamp öncesi sıkıntılar vardı ama, açıkcası bu boyutlara geleceğini düşünmemiştim, tahmin etmemiştim...“

Bu kadar uzatılır mı?

Hadi sıkıntı var, problem var, bu kadar uzatılır mı, ilk iki maça bu kadar yansıtılır mı?

Çek maçı sonrası oyuncularımız diyor ki “Hırvatistan‘a, İspanya‘ya yenilmek kadar doğal ne olabilir ki... “

Doğru söylüyorlar, kabul... Zaten Hırvatistan’a 10 maçtır yenilmişiz, 11.’yi de kaybetsek ne olur? Ama bizim futbolcularımız halen şunu anlamış değiller: Bu ülkenin insanı yenilmelerine değil, ilk iki maçtaki bu kadar umursamaz, kişisel problemlerini sahaya yansıtan, o sahada yürüyen, çoğu zaman acz içinde kalan, rakip kaleyi tek şut olsun bulamayan, peşin teslim olan futbol anlayışına isyan etti.

Disiplin şart

Şimdi medya dahil, vatandaş dahil herkes haklı olarak soruyor: Madem Çek maçındaki mücadeleyi gösterebiliyorsunuz, madem istediğiniz zaman oynayabiliyorsunuz, o zaman aynı isteği, duyguyu, coşkuyu Hırvat maçıyla, İspanya maçında niye ortaya koymadınız. Unutmayalım, bu iki maçtan bırakın birer puan almayı birer gol atabilseydik, bugün Fransa‘da devam ediyor olacaktık. Ama biz gol bir yana, rakip kaleye şut bile atamadan bu iki maçı tamamladık.

Fatih Hoca‘yı eleştirdiğim bir yer var; madem bu kadar sıkıntı vardı, keşke o sıkıntıları tamamen çözüme ulaştırıp Fransa kampına takımı götürebilseydi. Ama şunu gördük; milli takım ve kampı kişisel hesaplaşmaların yapıldığı bir arenaya döndü ve bunun faturası herkese, hepimize, ülkemize ağır çıktı. Ayrıca benim bildiğim, bizim milli takım kamplarında kuş uçmazdı. Fransa kamplarında sanki giren çıkan belli değildi. Sonuç; İtalyan’ın şerefini (!), sistemin “danışıklı döğüşe ne kadar elverişli“ olduğunu konuşalım, tartışalım ama ana gerçeği asla unutmayalım; ne ekersen onu biçersin... İlk iki maçı kişisel egolarımıza teslim ettik ve bir üst tura gidemedik. Türk futbolunun, Türk futbolcusunun ve tüm paydaşların çok ciddi anlamda tavizsiz bir disipline ihtiyacı var...

Arda tek kuruş talep etmedi!

Şu prim meselesi... Herkes birşey yazıp, söylüyor, bu konuda kendi adıma noktayı koyayım;

Milli futbolcularımız 10 Haziran tarihi itibariyle, yani Avrupa Şampiyonası’nın başladığı gün 500’er bin euroluk gruptan çıkma primlerinin tamamını aldılar... Sadece iki futbolcumuz, grup maçlarında eksik oynadılar diye daha az prim aldılar. Primleri Fatih Terim belirledi, Futbol Federasyonu ödedi...

Arda Turan, takım kaptanı olarak bu iki futbolcuya da aynı primin ödenmesi gerektiğini yetkililere aktardı. Bu yetkilinin Fatih Terim olduğunu söyleyenler de var, futbol federasyonunun bazı üyeleri olduğunu söyleyenler de. Bu talebin iletilmesinde uslüpta ya da yetkili seçiminde yanlışlıklar olabilir...

Ancak kesin olan şu: Arda Turan, kendisi için tek kuruş talep etmedi... Sadece eksik prim uygun görülen iki futbolcunun tam prim alması için takım kaptanı olarak başvuruda bulundu.

Arda, “Kendim için tek kuruş istemedim, kimse adımı paracıya çıkaramaz“ derken haklı...

Para başarı getirmiyor!

Avrupa Futbol Şampiyonası’na katılan 24 ülkenin federasyonları arasında ekonomisi, bütçesi çok iyi, çok sağlam olan bir- iki ülkeden biri Türkiye...

Ama görüyoruz ki, para mutluluk ve başarıyı getirmiyor. Bol bütçe, bol primle bir yere varılmıyor. Paranın yanına akılı, mesleki disiplini koymak, eyyamdan uzak, radikal kararları uygulamak, sırt sıvazlamaktan, nabza göre şerbet vermekten, ahbap- çavuş ilişkisinden vazgeçmek gerekiyor. Almanya şampiyonluğa 300 bin euro prim verirken, biz gruptan çıkmaya 500’er bin euro prim veriyoruz ama görüyoruz ki hiçbir işe yaramıyor...

Aradaki fark!

Bizim hakemlerin büyük bir bölümü Avrupa Şampiyonası’nı yerinde izliyorlar... Maçın oynandığı stattan, tribünlerden... Çok net görüyorlar... Hakeme tek itiraz yok, taca çıkan topa el- kol hareketi yok, kulübedeki hocaların ikide bir hakemin üstüne yürüme halleri yok, “s.... hakem“ tezahüratları yok... En ufak darbede yere düşüp kalkmak bilmeyen futbolcu yok. Her düşene, her faule sarı kart yok. Tempoyu, oyunun hızını kesmek yok...

Bizi hafife alıyorlar gibi

Avrupa Futbol Şampiyonası’nda bizim ligin yabancılarını izlerken gözlerime inanamadım... Nani, Portekiz formasıyla öyle oynadı, öyle deparlar attı ki, bunun birini bile Fenerbahçe‘de yapmadı, atmadı...

İsveç kalecisi Isaksson, Kasımpaşa’da inanılmaz hatalar yapıp, adı sanı belli olmayan kalecilerin arkasında yedek kalırken, bu şampiyonada harikalar yarattı. Herkesin konuştuğu Macar Milli Takımı’nın kaptanı Dzsudzsak, Avrupa Şampiyonası’nda süper maçlar oynadı ama koca bir sezonu Bursaspor‘da oturarak geçirdi.

Sivok, Çek Milli Takımı’nın en iyisi olarak parladı. Bu bizim yabancılar Avrupa’da oynayıp Türkiye‘de pusulayı şaşırdıklarına göre, bizi hafife mi alıyorlar, ne yapıyorlar acaba?

Herkes bizim çok önümüzde

Biz erken tezkere aldık ama Avrupa Futbol Şampiyonası devam ediyor. Şimdiye kadar oynanan maçlarda daha fazla mücadele edenin kazandığını, kaybedenin bile asla pes etmediğini, vuruşarak kaybettiğini, ancak asla cepheden çekilmediğini gördük.

Şurası kesin: Ligde azla yetinmenin faturasını gerek kulüp takımlarında, gerekse ulusal takımda Avrupa’ya çıkınca çok açık görüyoruz. Daha sert olmalıyız, daha mücadeleci futbol oynamalıyız, tempoyu çok çok arttırmalıyız ve en önemlisi, takım halinde savunma yaparken, rakip oyunculara çok yakın oynamalıyız.

Görüyoruz ki, bu lig bizi Avrupa’da taşımıyor... Birini eleştiriyorsun hemen düşman ilan ediliyorsun. Hedef gösteriliyorsun. Kendi kendimize gaz vermeyelim. Gördük ki, hemen hemen her ülke takımı, her ülke futbolu, bizim çok çok önümüzde...

 Yazının tamamı için tıklayınız

Kaynak: Cumhuriyet.com.tr