Büyük bir festival, geniş bir yelpaze sunmak zorundadır. Çelişkili boyutlar arasında dengeyi tutturabilmek için tehlikeli cambazlıklar kaçınılmazdır. Sanat sinemasıyla toplumsal sinema arasındaki zor dengeyi kurmak, Cannes Festivali’nin simgesel hedefi olagelmiştir. Unutmayalım ki, siyaset festivalin genlerinde vardır. Mussolini ve Hitler faşizminin at oynattığı Venedik Film Festivali’ne tepki olarak, özgür ve demokratik dünyanın sinemasını tanıtmak amacıyla perdelerini açmış, savaş ilanı nedeniyle de, 1939 Eylül’ü başında açıldıgı gün son bulmuştur.

Sanatçı duyarlığı

Festivalin politikasının temeli, yaratıcı özgürlüğünü savunmak olsa da, 1960’lara kadar, Cannes’da gösterilecek filmleri ülkelerin hükümetleri belirlemiştir! Bu uygulama sürseydi, Yılmaz Güney ve Nuri Bilge Ceylan Cannes’da Altın Palmiye kazanma şansı yakalayabilirler miydi?.. Sivil bir dernek yapılanmasıyla, bağımsızlık yolunda ciddi bir adım atan festival, 1968 baharında, yine politik nedenlerle kapılarını kapamak zorunda kalıyordu. Paris’teki öğrenci olayları Cannes’a yansıyor, “Yeni Dalga”cı Fransız yönetmenler büyük salonun perdelerine tırmanarak etkinliğin tutucu tavrını protesto ediyorlardı.

Bugün durum çok farklı, çünkü küreselleşen dünyamızın gerçekleri çok farklı. Ancak, temelde ne film seçkilerini ne de ödül listesini üç beş kişi belirliyor. Yaratıcı yönetmenlerin duyarlığı belirliyor. Sanatçı duyarlığını toplumsal bilinçten soyutlamak mümkün mü? Tam tersine, toplumsal ve siyasal yaşamın en duyarlı barometreleri sanatçılar değil midir? Son 20 yılda, politik sinema türünün çok farklı yenilikçi örnekleriyle, dengeler ibresinin Cannes’da giderek sola kaydığını görürüz. Ken Loach, Cristian Mungiu, Dardenne Kardeşler, Maren Ade ya da Brillante Mendoza aynı şeyi söylüyorlar: Özellikle son 20 yılda küresel kapitalizmin daha doğrusu neoliberal politikaların baskısı altında bunalan dünyada boğuluyoruz... Güçlülerin daha güçlenip, ezilenlerin daha ezilmesi, yolsuzluğun ve hırsızlığın hukukileştirilmesi, halkın oylarıyla seçilenlerin giderek küresel finans güçlerinin kuklaları olması, gelir dağılımı uçurumunun derinleşmesi, toplumun gözü, kulağı, ruhu olan sanatçıları nasıl etkilemesin ki?

Ütopik bir fikir

Bir Fransız gazetesinin, “Cannes Loach” diye başlık attığı Altın Palmiye ödülünü, temelde neoliberal politikalar hazırlamadı mı? 1970’te çektiği ilk filmi “Kes”ten bu yana ezilenleri savunan, adaletsizliklere karşı çıkan Ken Loach’un son filmini daha fazla insanın görecek olması, Altın Palmiye’nin getireceği en büyük ödül hepimiz için.

Cannes’dan ayrılırken, ütopik bir fikir takılıyor aklıma. Bundan böyle, büyük festivallerin jürileri sadece devlet ve hükümet başkanlarından oluşturulsa, ne iyi olurdu!... Böylece, dünya gerçeklerini, sokaktaki vatandaşın yaşadığı acıları daha yakından görmek, anlamak olanağı bulurlardı.

Kaynak: Cumhuriyet.com.tr