Saat: 06.50...

11 yaşındaki oğlum Poyraz için uyanma vakti...

Dışarısı zifiri karanlık, 20 dakika sonra servisimiz gelecek. Gözler kapalı, yüz yıkanıyor, ‘yarı uyur’ şekilde okul çantası hazırlanıyor...

Ben bir yandan gazetelerin birinci sayfalarına bakıyorum -ne atladık, ne atlattık- Poyraz da okul kıyafetlerini giyiyor. Kıyafetler giyiliyor giyilmesine yine de bir 10 dakika yatayım diye salonda koltuğa uzanılıyor.

Ankara’nın “saat inadıyla” birlikte okulun ilk günlerinde kalkış saatimiz 06.30’du. Tost ve meyve suyuyla yapılan kahvaltı için vakit ayırıyorduk.

Ancak sonra Poyraz planı değiştirdi. Kahvaltıyı okula aldı, uyku için 20 dakika daha kazandı.

Saat: 07.10...

Servis maratonu için Poyraz hazır...

Dışarısı hâlâ zifiri karanlık. Bizimkisi kapıda, ben pencerede... Dışarıda havlayan bir köpek sesi duyarsa tabii ki ben de dışarıda...

Karanlık kadar, bir veli, baba olarak beni üzen bir başka gerçekle yüz yüzeyim. O da okul servislerinin çocuklarımız üzerinde yarattığı “sakın geç kalmayın, kapınızda bizi bekletmeyin” tedirginliği... Bir yanda karanlık, bir yanda servise geç kalmayayım endişesi, diğer yanda uykusunu alamamış bir küçük beden!..

Saat: 18.00...

Poyraz okula vardığında doğmayan güneş, oğlum akşam eve döndüğünde neredeyse batmış oluyor... Haber telaşındaki bizler de “neyse ki teneffüsler var, az da olsa güneşi görüyorlar” diye kendimizi avutuyoruz gazetede. Oğlumu geçtim alacakanlıkta başlayan eğitim maratonunda içimden “batsın bu dünya” dizesi yerine “batmasın bu güneş” diyesim geliyor...

Kaynak: Cumhuriyet.com.tr