ZİHNİ BAŞSARAY

Doksanlı yıllar... Memleket tarihinin yine gürültülü, nümayişli bir dönemi. Az ile yetinen, büyük acılara anıdır deyip yaşamaya devam edebilen, hatta bazılarına gülüp geçebilen, yaşamaktan keyif almak için beklentiyi hep düşük tutan bir nesil. Ayşe Aksakal, neredeyse “ara kuşak” olarak bile anılmayan bir dönemi, dayanışma parantezinde dürüstçe anlatıyor. Ayşen Aksakal’ın Everest Yayınları’ndan çıkan ilk kitabı ‘Lakin İyi Yaşadık’taki öyküleri tarihe bir not düşüyor. Hüzünlü ama mağrur bir not.

90ları hep romantizmle hatırlarken karşımıza başka bir geçmiş koydunuz. Bu geçmişin ayırıcı özellikleri sizce neler?

90'lar ülke için kolay yıllar değildi gerçi bizim memleket bir gün bile hayatı pek kolaylaştırmadı. Ama bu günden geçmişe bakınca en çok değişimi toplum yapısında görüyorum.

O yıllarda 80 darbesinin etkilerini üzerimizden silkmeye çalışırken, paylaşımcı, güçlü ve kalabalıktık. Kolay pes etmiyorduk. Sadece kendimizi değil pek çok şeyi önemsiyorduk.

Yangında ilk kurtarılacaklarımız şimdikinden çok farklıydı.

Küllerimizden doğmayı biliyorduk. Öğrenmeye, sanata ilgimiz çoktu.

Uzun süredir hep umuttan bahsediyorum gazete ve dergiye yazdığımda. Hayat varsa umut vardır diyorum. Çünkü pes etmeyi yediremiyorum hiç birimize.

Biz o dönemi atlattık demiyorum; biz o dönemi yaşadık. Acısıyla, tatlısıyla, dibine kadar hem de.

Üretince, paylaşınca anlar insan yaşadığını. Doksanlar benim için yüzlerce insanın hikâyesinden oluşuyor. Hepsini içimde biriktiriyordum. Bu yükü taşımak kolay değil. Hikâyeleri birleştirdim, hayatıma değen, dokunan insanları anlattım. Toplayınca bir dönemin izi çıktı ortaya.

Doksanlar geride kaldı; aklımızda güzel anılar, ömrümüze iyi dostluklar da bıraktı.

Her on yılın derdi ayrı. Koca bir şantiye içinde, binlerce kollu bir cehalet ile, kısıtlarla, yasaklarla yaşıyor olabiliriz. Ama bu filme benzer bir dönemden çıkabilmiştik. Işığı görür gibiydik.

Yine yaparız, yeter ki geçmişte nasıl başardığımızı unutmayalım.

Her öyküde yer alan karakterler nezdinde, o dönemin hayatta kalma reflekslerine bir selam oldu kitap.

Dönemin en ayırıcı özelliği; o yıllarda tüketimde azla yetinen, üretmekten bıkmayan, sesi gür çıkan, gelecekten umutlu oluşumuzdu. Bir de naifliğimizdi, ziyadesiyle iyi insanlardık. Birbirimizi de kimselere yedirmezdik. Kapalı kapılar ardında özeleştiriler verilir, kol kola çıkılırdı kapılardan.

Şimdi üstümüzden bu sinirli, bıkkın hali atıversek, yeniden kucaklaşabilsek, hızlanacağız.

Kitabınızda anlattığınız hikâyelerdeki kahramanların masumiyetinin kaynağı nedir?

O kelimeyi siz masumiyet olarak tanımlamışsınız. Ben yazarken ortak noktalarının "masumiyet" olacağını düşünmemiştim. Ama siz söyleyince fark ediyorum. Hakikaten de öyle. Şimdi o kadar alıştık ki çıkar için kurulan işbirliklerine, 3-5 götürmenin suç olmayacağına, kendini şımartmanın hakkımız olduğuna, herkesin övgü istemesinin normalliğine, kitaptaki tüm isimler masum kaldı bu durumda. Çünkü ortak noktaları, sadece kendileri için pek bir şey talep etmeden, kendilerinden vererek yoklukta bile mutlu olabilmeleri.

Bu da günümüzde masumiyete denk düşüyor. Yoksa öykülerdeki karakterlerin de kavgaya girmişliği, adam dövmüşlüğü, dayak yemişliği, başkasına gönlü kaymışlığı, trafikte hız yapmışlığı, çocuk azarlamışlığı, sigarayı günde üç pakete çıkarmışlığı var.

Hikâyelerde anlattığınız mahalleler, dayanışma duygusu bugün ne durumda?

Bu mahalleler zaten şehrin öyle en güzel, güzide yerleri değil, dağı, bayırı, varoşu olurdu. Rant kapıdan giremezdi.

İşte o değişti.

Artık sadece İstanbul'da değil, tüm ülkede inşaat aldı yürüdü, merkezler genişledi, varoşları kapsadı, yoksul mahalleler şantiyeye döndü.

Dolayısı ile mahallelerin insan profili değişti. Karıştı..

Eş dost orada diye mahalle seçip yerleşenlerin yerine; yeni binaların kredisini karşılayabilecek olanlar geldi. Toprak sahibi, müteahhit, kredi ödeyen genç çift hepsi aynı apartmana yerleşti.

Dünyaları farklı, birlikte yaşama kaygıları yok, hepsi başka zorunluluklar yüzünden orayı seçmişler sonuçta. Eskisi gibi değil.

Ben aslında şu an; bir kaç devrimci mahallenin tam orta noktasında yaşıyorum.

Yine de diyebilirim ki; binlerce daireden oluşan, steril, havuzlu, restoranlı sitelere tercih ederim mahallemi.

Geçen gün mesela, her zaman gittiğim bakkalın girişindeki basamağa ayağım takıldı. Elimdeki yoğurt gitti, yerde patladı.

Bakkal benden basamak adına ve basamak yaptırdığı için özür diledi. Steril sitenin zincir maketinde birilerinin üstüne yoğurt patlatsam kaç bin özür dileyip de affedilirdim acaba?

Bundan 5 sene önce; pazar kurulduğunda, gençler megafonla gezip basın açıklaması okur, bildirileri patates soğanların üzerine bırakırdı.

Pazarcılar patates torbalarına birer de bildiri atardı. İnsan o zaman tabii demokratik hakları var gibi hissediyordu.

Şimdi ise mahallemizin iki başını iki panzer tutuyor.

Değil 90'lardan bu yana, 5 sene öncesine göre bile bambaşka artık mahalleler.

İlk kitap için cesur bir konu seçimi yaptınız. Bu öyküleri yazmanızdaki esas motivasyon neydi?

Ben insanları anlatmayı seçtim. Içimde bir vicdani yüktü hayatıma verdikleri emek. Kitapta bir cesaret bulduysanız; bu hayatıma dokunan insanların duruşundan geliyordur.

Onlar nezdinde pek sevinirim bu tespite.

Geçiciyiz bu dünyada, hepsi güzel insanlardı. Hikâyeleri bende saklı kalsın istemedim.

Kurgu var ama yalan yok o öykülerde. Yıllar sonra belki birisi bulacak kitabı bir sahafta, bir olayı hatırlar gibi, bir ismi tanır gibi hissedecek belki. Neticede milyonlarcaydık o dönemi, o insanlarla yaşayan. İşte ben o ihtimal için yazmak istedim. Unutulmasınlar diye.

'Lakin İyi Yaşadık' ismini koyarken geçmişe bir özlem var. O döneme dair özleminizin kaynağı nedir?

Kalabalık hissetmeyi özlüyorum sanırım. Yarın sabah devrim olacak heyecanı ile uyuyamayacak kadar inanmayı, insanlara sonuna kadar güvenmeyi ve bunda yanılmamayı özlüyorum. Kolay mutlu olan insanları, mutlu edebildiğimde yaşadığım zafer duygusunu özlüyorum.

'Lakin İyi Yaşadık' derken iki anlamda kullandım bu cümleyi.

Zordu, acı da vardı dram da ama keyif aldık yine de. Elimizdeki ile yetinmeyi ve mutlu olmayı başarmıştık. Iyiydik.

Öte yandan; TMŞ, faili meçhuller, bitmeyen tutukluluk halleri, ölüm orucu, hayata dönüş operasyonu, eylemlere orantısız müdahale derken; ölmek işten değilmiş. Kolay ölünürdü biz yine iyi yaşadık. Madem sağ kaldık, doya doya yaşamaya devam o zaman.

Kaynak: Birgun.net