ŞENAL SARIHAN*

“Kadı ola davacı, Muhzır dahi şahit,
Ol mahkemenin hükmüne,
derler mi adalet?”

Ziya Paşa

7 Nisan 2016 günü, TBMM’de “İnsan Hakları ve Eşitlik Kanun Tasarısı” kabul edildi. Görüşmeler sırasında muhalefet partileri, tasarının bu haliyle beklenen amaca hizmet etmeyeceğini ısrarla ifade ettiler. Tasarının, TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu’nda görüşülmesi sırasında görüşlerine başvurulan İnsan Hakları Derneği, Türkiye İnsan Hakları Vakfı, İnsan Hakları Ortak Platformu, Mazlum Der gibi örgütler, bu tasarının hazırlanması sırasında görüşlerinin alınmamış olduğunu; tasarının, dayanak belge olan Paris Prensipleri ile İşkenceye ve Diğer Zalimane, Gayri İnsani veya Küçültücü Muamele veya Cezaya Karşı Birleşmiş Milletler Sözleşmesine Ek Protokol’de (OPCAT) belirlenen kurallarla tümüyle çeliştiğini, geri çekilerek yeniden biçimlendirilmesi gerektiğini belirtmişlerdi. Ancak“Vize Muafiyetinin Sağlanması” gibi bir gerekçeye dayanarak alelacele, adeta dostlar alışverişte görsün mantığı ile İnsan Haklarının korunması için yeni bir yasa daha kabul edilmiş oldu. Bu Yasa, aynı eleştirilerle ve benzer biçimdeki bir yöntemle 21.06.2013 günü yürürlüğe girmiş olan ve bu nedenle akredite olamayan “Türkiye İnsan Hakları Kurumu Kanunu’nu da yürürlükten kaldırmış oldu.

Türkiye İnsan Hakları Kurumu Yasası yürürülükte iken yeni bir yasaya neden gereksinim vardı? Gerekçede, yasa tasarısının, AKP’nin 64. Hükümet Programı'nda yer alan “insan haklarını koruma mekanizmalarının etkinleştirilmesi” amacı ile hazırlandığı iddia ediliyordu. Dört yıl önce yürürülüğe girmiş olan aynı alanda bir yasa var iken, aynı hükümet döneminde yeni bir yasa düzenlemeye girişmek, bir önceki yasanın eksikliğini ve işlevsizliğini de ortaya çıkarmakta idi. Gerçek neden ise; var olan yasanın, Paris İlkeleri ile örtüşmeyen yanları nedeni ile akredite olamamasıydı. Ayrıca, daha sonra onaylanmış olan OPCAT’a ilişkin düzenlemelerin bu kuruma yasal dayanaktan yoksun ve ekleme olarak yerleştirilmiş olmasıydı. Komisyon görüşmeleri sırasında görüşlerini açıklayan İHV Genel sekreteri Doktor Metin Bakkalçı’nın nitelemesi ile “Türkiye bir insan hakları yasaları çöplüğüne” dönmüş durumdaydı. Hükümetin teklif ettiği metin bu haliyle de gereksini karşılamayacaktı. Tasarının, ulusal önleme mekanizması olarak; insan haklarının korunması, ayrımcılıkla mücadele; işkence ve kötü muameleye karş üç işlevi aynı anda üstlenecek bir modeli içerdiği iddia ediliyordu. Doğal olarak yasanın işlerliğini sağlayacak olan, 10. maddede tanımlanmış olan “Kurul”du. Kurulun yapısı hakkında, Paris İlkeleri ve OPCAT’taki tanım, şu noktalarda birleşmekte idi:

» Ulusal kuruluşların oluşturulması, insan haklarının geliştirilmesi ve korunmasıyla ilgili sivil toplum güçlerinin çoğulcu bir biçimde temsilini sağlayacak gerekli bütün güvencelerin varolduğunu gösteren bir usulle yapılmalıdır.

» Çoğulcu temsil, özellikle, insan hakları ve ırk ayrımcılığına karşı mücadeleyle ilgili sivil toplum kuruluşları, sendikalar ve örneğin hukukçu, hekim, gazeteci ve bilim insanlarını bir araya getiren sosyal-mesleki kuruluşların, din ve felsefi düşünce akımlarının, üniversitelerin ve nitelikli uzmanların, parlamentonun, istişari mahiyette katılmak koşuluyla yönetimin temsilcileriyle etkin bir işbirliğine olanak veren yetkilerle veya bu temsilcilerin bu kuruluşlara katılımıyla gerçekleştirilmelidir.

» Ulusal koruma kurulları bağımsızdır. Kimseden emir ve talimat almayacağı, hiçbir makam ve mercinin tavsiye ve telkini ile hareket etmeyecektir.

Yasalaşan metinde ise kurulun çoğulcu ve bağımsız bir tercihle oluşumu olanaksız halde kaldı. Yeni düzenlemeye göre 11 kişiden oluşan kurulda üç üye Cumhurbaşkanı, 8 üye ise Bakanlar Kurulu tarafından seçilecek. Kısacası, insan hakkı ihlalinin, devlet tarafından bireylere yönelik ihlaller olduğu değerlendirildiğinde, seçicilerin tercihinin ne yönde olacağı açıkça görülüyor. Devlet kaynaklı ihlalleri, devletin atadığı kişiler araştıracak ve adil bir karar verecek! Kaldı ki, kurul üyelerinin seçiminde seçilecek kişilerin insan hakları ve ırk ayırımcılığına karşı mücadele alanında çalışan kurumlar ve kişiler arasından seçilmesi koşuluna ilişkin bir belirleme de yer almıyor. Bu durum bize Ziya Paşa’nın; “Kadı ola davacı, muhzır dahi şahit/ Ol mahkemenin hükmüne/ derler mi adalet?” dizelerini anımsatıyor.

Ayrıca, tamamen birbirinden farklı ve yoğun ihlallerin yaşandığı ayırımcılık ve işkence - kötü muamele başlıklı alanlarda tek bir kurulun verimli ve yeterli bir çalışma yapması olanaksız. insan hakları kuruluşlarının verilerine göre Türkiye’de 2014 yılında gözaltında, cezaevlerinde gerçekleşen işkence ve kötü muamele olaylarında 141’i çocuk olma üzere, 1469 kişi mağdur edilmiş. Sığınmacılara yönelik işkence ve kötü muamele olayları da katıldığında, 3401’ e yükseliyor. Bu sayı, resmi olmamakla birlikte 2015 yılında artmış bulunuyor. TİHK’in 2015 yılı etkinlik raporunda, en çok ihlal başvurusu olan ihlal alanı olarak cezaevleri görünüyor. Toplamı 739 olarak gösterilen başvuruların 178 başvuru ile ceza ve tutukevleri ilk sırayı alıyor. Kaldı ki başvuruların gerçek ihlaller karşısında ne denli az olduğu da hepimizce malumdur. İhlallerin en çok olduğunu bildiğimiz kimi kentlerde ise yine rapora göre başvuru sayısı “komik” denecek kadar az sayıda. Örneğin, Diyarbakır, 8 başvuru ile 27. sırada bulunuyor. Urfa, Hakkari gibi illerden ise hiç başvuru bulunmuyor. Bu sonuçta elbette kurumların bilinir olmamasının etkisi var. Ancak, bilenlerin de bu kurumdan bir umudu olmadığını da gösteriyor.

Ne yapmalı? Eskileri atıp, eskiden yeni mi yapalım? Ya da laf olsun diye değil, insanımız adil bir toplumda yaşasın, hak arasın, hak alsın diye mi uğraşalım? Yeni yasalara mı, yeni anlayışlara mı gereksinimimiz var?

*CHP Ankara Milletvekili, avukat


Kaynak: Birgun.net