Epeyce bir süredir “yazmak-yazmamak” konusunu düşünüyorum; bir iki yazımda değindim de. Demokrasi, barış, insan hakları, özgürlükler, hukuk devleti, laiklik gibi, insan için, hepimiz için bir ülkede yaşamanın güvencesi olacak ne varsa her gün yeni bir saldırıyla karşılaşırken, yazmak...

Ne zaman yeni bir gelişmeden, yasa veya yönetmelik değişikliğinden, alınan yeni bir karardan söz ediliyorsa, yukarıdaki değer ve kurumlardan biri veya birkaçının biraz daha çökertildiğini bilerek yazmak...

Bitmeyen saldırılar gibi, nabız yoklamak, alıştırmak, duyguları kamçılamak için, politikacısıyla, yöneticisiyle, medyasıyla hikâye uydurma makinelerini yazmak... Bir yanda “akıl tutulmasını”, öte yanda koyun sürüsüne dönüşmeyi yazmak...

Dönme dolaba bindirilmiş gibi, her gün daha da kararan ama değişmeyen manzarayı anlatmak için yazmak...

Yazmak anlamsızlaşmadı mı?

Ya da, neyi yazmalı ki, anlam taşısın!

Durmadan imam hatipleştirilen okulları mı; yoksa “proje okulları” adı altında ele geçirilen 155 iftihar edilesi okulu mu?

Kapatılan medya kanallarını mı; yoksa medyada, iktidara yaranmak için kendi yazarlarını satan patronları mı?

Basın İlan Kurumu Yönetmeliği’nde, ‘Anayasal düzene ve bu düzenin işleyişine karşı suçlar’ veya ’terörle mücadele kanunu’ kapsamında haklarında dava açılan gazetelere, dava sonuçlanana kadar resmi ilan verilmeyeceği yolunda yapılan değişikliği mi; yoksa, 15 Temmuz’dan sonra emniyetin ifadesine göre “tedbir olarak” tüm gazetecilerin pasaportlarının iptal edilişini mi?

Güya FETÖ’cülere savaş açılmışken, yıllarca Cemaat’in gazetesinde yazmış birinin üniversite rektörü olarak atanmasını mı; yoksa, Meclis’te darbeyi soruşturma komisyonunun zamanında Gülen’i övmekle öne çıkmış kişilere emanet edilmesini mi?

Numan Kurtulmuş’un yaptığı bir konuşmada cemaatlerin “Fetöleşmesini” önlemek için, kapısı herkese açık camiler, dergâhlar, medreselerin yeniden inşa edilmesi yolundaki önerisini mi; yoksa Akif Beki’nin cemaatlerin diyanete bağlanarak yeraltından yerüstüne çıkması yolundaki buluşunu mu?

Cumhurbaşkanı’nın OHAL’in uzatılması konusunda “ belki bir yıl bile yetmez” diyen müjdesini mi; yoksa, “Lozan’ın zafer diye yutturulmaya çalışıldığı” yolundaki müthiş aydınlanmasını mı?

Devlet garantisi verilen yatırımların yarattığı rantları mı, yoksa emeğin ve sendikaların hizaya getirilişini mi?

Uzatmayayım! İktidardaki AKP, kendi toplumsal-siyasal-ideolojik sistemlerini kuruyor; bize de bunlar üzerine konuşmak ve yazmak düşüyor! Onlar, 15 Temmuz’la birlikte tek adamlı, tek partili yeni bir Cumhuriyet’in kuruluşunu kutlamaktalar, biz de “ay, ne yapıyorsunuz; böyle de olur mu” demekten öteye gidemiyoruz!

Yazmanın anlamsızlığını fark edenler var kuşkusuz. Medyaya bakıldığında, iktidara seslenip, “bu işler gün gelir sizi de çökertir” deyip, iktidardan medet bekleyenleri ya da “ey millet başına ne çoraplar örülüyor, farkında değil misin” diye soranları görmek mümkün.

Kendi göbeğini kendisinin kesmesi gerektiğini bilenlerse, zaten çoktan yollara düşmüş durumda. Veliler, okullarını ve çocuklarını koruma savaşı veriyorlar. Köylüler, kentliler topraklarını ya da parklarını korumak için yollarda veya mahkemelerde umutsuzca da olsa hak aramaktalar. Yargıda adalet, düşünceye özgürlük diyenler mahkemeler önünde sabahlamakta. Laikliğin önemini bilenler, en başta kadınlar seslerini çıkarmaktan kaçınmıyorlar. İşten çıkarılan arkadaşları için dayanışmalar yaratılmakta.

Gazeteciler, “Sesler susmayacak” kampanyasını başlatıp, “Darbe girişimi bastırıldı ama bir darbe dönemi, AKP’nin OHAL’iyle yaşanıyor. Sesleri ve renkleri susturmaya, gazetelerden, TV kanallarından, radyolardan devam ediyorlar” diyerek “Susmayacağız! Özgürlükten, Demokrasiden, Laiklikten, Barıştan Yana Seslerin Susturulmasına Seyirci Kalmayacağız!” diye yola koyuluyorlar.

“Demokrasi için Birlik” arayışına girenler, bu birliğin nasıl büyütüleceği, nasıl etkinlik kazanacağının peşine düşmüşler.

Bunlar olurken, muhalefet partilerine, en başta da CHP’ye gözün takılmaması mümkün mü? Takılıyor da, görülenin iç açıcı olmadığı ortada.

Özetle, Meclis’e hakim bir iktidarla, hukuk gibi, demokrasi gibi, varla yok arasında bir muhalefete mahkûmuz!

Yani hukuki anlamda değilse de fiilen siyasette “muhalefetsiz” bırakıldığımızı kabul etmemiz gerekiyor!

Yani, hukuk devletinin, anayasanın devreden çıkması gibi, parlamenter demokrasinin işlemediği, parlamentonun işlevini yitirmesi gibi bir talihsizliği yaşamak zorundayız!

Ve muhalefetten, en başta da CHP’den bu işlevsizliği aşacak politikalar, eylemler bekleyemiyoruz!

Salı toplantılarında iktidara veryansın etmek, ya da Cerattepe’de olduğu gibi canı yananların yanında durmak, Aslı Erdoğan veya Necmiye Alpay için hapishane önünde tutulan nöbete gitmek, ifade hürriyetini boğan davaları izlemekle görevlerini yapmış olmaktalar!

Oysa CHP’nin, temsil ettiği değerleri bir yana bırakın, yalnızca kendisine oy verenleri temsil edebilmek, bu oyları hak etmek için bile, korkaklık ve eylemsizliği aşarak, raydan çıkmış bu gidişi durdurmak için bir şeyler yapması gerekmekte ve yapabileceği bir şeyler olmalı!

Birçok şey düşünülebilir ama mesela, 2014’te ve bugünkünden daha az meşruiyet krizi yaşandığı halde gündeme gelen, fakat gerçekleşmeyen, milletvekilliğinden topluca istifa gibi bir şeyler var... Buna kalmadan da yapılacak bir şeyler olabilir. Düşünmek ve eylemek lazım.

Yoksa bunun vebali büyük ve tarih bunu yazacaktır.

Kaynak: Birgun.net