Gökyüzü bir açılıp bir kapanıyor, bulutlar ayrılıp birleşerek hızla bir yöne doğru uçuyor. Doğanın iç dünyamıza bir etkisi olduğu gibi, acaba iç dünyamızın da doğaya bir etkisi var mıdır? Çevreyi yok eden politikalar ve teknolojinin, kirleten atıkların dışında, duygularımızın doğaya bir etkisi olup olmadığını düşünüyorum, balıktan yeni dönmüş, çay bardağını avucumda evirip çevirirken. Saçma bir düşünce olduğunun farkındayım, ama bazen saçma olduğunu sandığın düşünceler, bambaşka yerlere ulaştırabilir. Eğer iç dünyamızın doğaya öyle bir etkisi olsaydı, Türkiye aynı anda dört mevsimi yaşayan, fırtınaları ve depremleri eksik olmayan bir ülke mi olurdu? Yoksa bir çöle mi dönüşürdü, nehirleri, gölleri, denizleri kurumuş, bütün ağaçlar ve bitkiler, gerisin geri toprağın içine kaçmış?.. Ya da şimdiki gibi mi olurdu, hiçbir şey olmamış gibi…

Geçen gün caddede yürürken, trafik lambasının olduğu yerde bir yayaya arabanın çarptığını görmüştüm. Ağır çekimde yayanın havaya fırlayıp sonra iki ayağı üzerine düşmesi ve sanki hiçbir şey olmamış gibi yürümeye devam etmesi, inanılır gibi değildi. Aklımdan çıkmayan bu görüntüyü her hatırlayışımda tüylerim diken diken oluyor. Tüylerimi diken diken yapan çarpma ânının dehşeti değil, adamın havaya uçacak kadar şiddetli bir çarpışmadan sonra yürümeye devam edişindeki olağanüstülük. Sokakta olaya tanık olan herkes donup kalmışken, yaya alışverişten dönen herhangi biri gibi yürümeye devam etmişti. Sanırım o an tek hareket eden kişi de oydu. O kişiye ne olduğunu bilmiyorum, uzaktaydı ve ben oraya varana kadar birileri onu arabaya bindirip hastaneye götürmüş olabilir.

Tanık olduğum bu olaydan sonra, her şey gözüme tuhaf görünmeye başlamıştı. Olay üzerine düşünüp dururken aklıma, Peter Handke’nin kendi dönüşümünü anlattığı “Hiçkimse Koyu’nda Bir Yıl” adlı kitabı geldi, böyle bir sahneyi örnek olarak göstermişti, yaşadığı ruh hâlini anlatırken. Bir başka örnek de, traş olurken jiletin parmağını kesmesiydi. Kemiğe kadar derin kesilmiş kanayan parmağını musluğun altında tutarken, yarım kalan sakal traşına devam ettiğini yazmıştı. Ne yani, yarım mı bırakacaktı sakal traşını? Handke, o ruh hâlini şöyle tarif ediyordu: “Bir yanım kaskatı kesilmişti. Bir yanım ise hiçbir şey olmamış gibi günlük yaşamını sürdürüyordu.”

O yaya, daha fenası başına gelmiş Türkiye’ye benziyordu aslında. Bir tırın, ardından da bir tankın çarptığı, yine de düştüğü yerden kalkıp yürümeye devam eden bir yaya… Belki de bu yüzden bu kadar derinden etkilemişti beni. Böyle yürümeye devam ederse başka şeylerin daha kendisine çarpması, hatta tepesine bir savaş uçağının bile düşmesi ihtimal dahilindeydi. Sık sık söylendiği gibi, burası Türkiye, başınıza her an her şey gelebilir.

Bu yürüyüşü, hayranlıkla ya da üzülerek izleyebilirsiniz, ama gerçek şu ki, yaşadığı şokun etkisiyle yayanın umurunda değil hiçbir şey. Yürüdüğünün farkında olmayan birisi, nereye gittiğini de bilmez; yaşadığı şok yüzünden kendisine söylenenleri duymaz, düşünmez, sadece yürür... Yayanın yaşadığı şokun etkisinden kurtulacağı bir an da olacaktır belki. Kendisine gerçekte ne olduğunu anlaması, bir başka şoka girmesine neden olmaz mı? En azından bu düzeltici bir şok olacaktır, gerçeğe dönüş…

Böyle karanlık düşünceler aklıma geldiğinde, olta hazırlamak gibi elle yapılan işler bulurum kendime, denizin kokusunu içime çekerim, Pessoa’nın “insan hayal ettiği kadar vardır” sözünü hatırlarım. Pessoa, “Huzursuzluğun Kitabı”nda, her şeyin iç içe olduğunu da yazmıştı. Şarlatanlardan ve haydutlardan, aptalların vazettiği felsefelerden mutlaka kapabileceğimiz bir şeyler olduğunu. Sanırım yeterince dinlemiyoruz, kendimizi bile… Bu yüzden gerçekte neye dönüştüğümüzü de bilemiyoruz. İç dünyamızın bulutlara bir etkisi olmayabilir, hüzünlü olduğumuz için yağmur yağmıyor belki, ama insanları birbirine ve diğer bütün canlılara bağlayan o gizemli bağ kopuk olduğu sürece, neye dönüştüğümüz malum, çocuk mezarları üzerinden geçen bulutlara…

Kaynak: Birgun.net