Darbe girişimi önlendi; buna sevinmeyen yok. Buna karşın, darbe girişimini atlatmış olmanın getirdiği rahatlamayı kimsede bulmak kolay değil. Siyasiler, “normalleşme” konusunda bazı adımlar atma gayreti içinde görünüyorlar ama ülke vatandaşlarından çoğunun geleceğe kaygıyla bakmaya devam ettiği ortada.

Yalnız insanlar değil, iktidar da kaygılı. Devletin içinde her yere ulaşmış bir ahtapotun kollarını temizlemekle uğraşıyorken, bir yandan da geride ne kaldığını bilememenin kuşkusunu yaşamakta! Bu darbeyi öncü deprem diye niteleyip, artçı depremleri bekleyenler ya da A planı, B planı üzerine konuşanlar da var ki, kaygılar ve karanlıklar artmakta.

Özetle, terör, iç savaş, komplolar, katliamlar derken, bilinen ve bilinemeyen yönleriyle bu darbe girişimi sonrası hepten rayından çıkan bir ülke olduk; nasıl kaygılanılmasın!

Bir bakıma, darbecileri temizlemek gibi, niyetlerinde de, yol arkadaşlarında da bir temizlik yapmalarına ihtiyaç olduğu söylenebilir.

Bu kuşku ve kaygıları gidermek iktidara düşüyor ama geçmişten buyana yaşanan deneyimler nedeniyle, toplumun önemli bir kısmı için, “kaygı gideren değil kaygı doğuran” olarak görüldükleri gibi, bugüne gelinmesindeki rolleri de unutulmuyor.

Örneğin, 14 yıllık iktidarlarında, parlamenter sistem ve erkler ayrılığı, demokrasi ve hukuk devleti, hak ve özgürlükler ile laiklik konusunda öyle bir yol izlediler ki, yalnız demokrasi elden gitmedi, aynı zamanda istikrarsız, güvensiz, birbirinden korkan bir topluma döndük. Tek adamın sesinden başka bir sese tahammül edilmediğini, medyada iyice daraltılan muhalefetin bile gözaltına almalar, tutuklamalarla susturulmaya çalışıldığını nasıl unutalım?

Örneğin, 15 Temmuz’da insanlar meydanlara çağrılır ve de demokrasi kahramanı olarak kutlanırken, geçmişte suyunu, sahilini, ağacını ya da özgürlüğünü korumak adıma meydanlara çıkanların nasıl gazla, copla püskürtüldüğünü nasıl hatırlamayalım?

Ya Batı’dan kopup Ortadoğu’ya nüfuz etme sevdasının sonuçları... Bugün, dostu, müttefiki kalmamış, IŞİD’e destek vermekle suçlanan, buna karşın IŞİD’in katliamlarından kurtulamayan bir Ortadoğu ülkesine dönüştüğümüzü nasıl görmezlikten gelelim?

Ya da, bu kadar büyüyen bir ahtapotun, bir zamanlar iktidar tarafından korunup kollandığını nasıl önemsemeyelim? “Ne istediler de vermedik” gibi tescilleniş bir ilişki var karşımızda; onlar gibi, daha kimlerle ve nasıl ilişkiler kurulduğunu da bilmiyoruz. Bilmiyoruz; çünkü, demokratik bir toplumda olması gerektiği gibi şeffaflığı benimseyen, hesap vermekten kaçınmayan, yanlışlarından dönmesini bilen bir iktidar yok karşımızda. Aksine, anayasa ve yasaları kendi istediği gibi yorumlamak ve uygulamaktan kaçınmayan bir iktidar deneyimi yaşadık.

Bunlar nedeniyledir ki, Türkiye’de birçok kişi, uçurumun kenarında asılı kalmak gibi bir duygu içinde yaşamakta. Darbe önlendi ama demokrasiye nasıl geçilecek, onu bilemiyor! İktidarın da, ses tonlarını düşürmekten muhalefetle görüşme taleplerine, uzlaşma arayışlarından bagajlarını küçültmeye kadar bazı arayışlarına bakarsak, bunun farkında olduğu söylenebilir. Ancak onların daha çok bu badireyi atlatmak ve gelecekteki oyları kaybetmemek adına giriştikleri bu “normalleşme!” arayışlarının inandırıcı olması için, çok daha ciddi yol değişikliklerine ihtiyaç var.

Bir bakıma, darbecileri temizlemek gibi, niyetlerinde de, yol arkadaşlarında da bir temizlik yapmalarına ihtiyaç olduğu söylenebilir.

En başta da, bugüne kadar yıkmaya çalıştıkları Cumhuriyet değerlerine sahip çıkma, modern bir toplumun kurum ve mekanizmalarını işletme yönünde değişmeleri gerekmekte. Bunun için, siyasal İslam kimliğini restorasyondan geçirmeleri gerektiği de açık. Bugüne kadar yaptıklarıyla, bu kimliğin, Türkiye’yi İslam devletine dönüştürme davası olarak vücut bulduğu görülmekte ki, bunun yalnız laik kesimleri ürkütmekle kalmayıp, demokrasi açısından yol açtığı tehlikeler de büyük.

Özetle söylersek, İslam veya herhangi bir inancın, fikirler gibi tartışmaya imkân vermemesi nedeniyle demokrasiyle uyuşmazlığını görmek ve kabul etmek gerekmekte. İnanç özel alanla sınırlanmaz ve siyasal yaşam ile kamu alanını belirlemeye başlarsa, farklı fikirler ve ideolojiler, farklı kesimler ve çıkarlar arasında tartışma, müzakere ve uzlaşmaya dayalı demokratik bir işleyiş değil, kendi hâkimiyetini sürdürmek ihtiyacındaki inancın dayatmaları gelir. Çünkü, kamu alanını belirleyen bir inanç için, artık başka mezhepler ve inançlar ya da ideolojiler ve düşüncelerle aynı düzeyde var oluş kabul edilemezdir; varlığını ve hakimiyetini sürdürmek açısından da tehlikelidir. Bu tehlikeyi savuşturmak için, hem bütün alanları kaplamak hem farklı inanç ve düşünceleri-hoşgörü ve birlikte yaşamak lafları edilse de-olabildiğince küçültmek, tehlikesiz hale getirmek ihtiyacındadır.

Bunların, yalnız teorik çıkarımlar değil, Türkiye uygulamasında da ortaya çıkan gerçekler olduğunu görmek lazım.

Konu, yalnız laiklik değil kuşkusuz. Anlaşma-normalleşme denilirken, barıştan demokrasiye, hak ve özgürlüklerden hukuka kadar konuşulacak çok konu var. O nedenle, örneğin CHP, Erdoğan ile görüşmesi, uzlaşmaya yanaşması konusunda Türkiye adına bir “fedakârlık “yapar pozisyonu alırken, bu fedakârlığın geçmişte olduğu gibi, “dereye götürülüp susuz döndürülmek” tehlikesini nasıl savuşturacağını iyi çalışmak durumunda.

Kaynak: Birgun.net