Bu yaz birer hafta arayla gösterime giren iki filmin sosyolojik açıdan şaşırtıcı ortak özellikleri var. Don’t Breathe/Nefesini Tut ve Blood Father/Kan Bağı, her ikisi de babasız ve geleceği belirsiz kızlar üzerinden ilginç bir Amerika tablosu çiziyor.

Nefesini Tut’ta soygun için kör bir adamın evine giren genç kızın ölümcül bir tuzakta sıkışıp kalması, Kan Bağı’nda ise tümüyle işlevsizleşmiş ailesinden kaçan kızın Meksika mafyasının eline düşmesi anlatılıyor: Amerika’nın kan ve sömürüyle yazılmış yakın tarihine denk düşen iki ihtiyar adam, aynı Amerika’da hayatta kalmaya çalışan iki genç kız.

İlk filmdeki yıkık dökük Detroit’le ikinci filmdeki perişan karavan, ilkinde genç kız Rocky’nin soygun yapmak için girdiği evde yaşayan Vietnam gazisi ile ikinci filmdeki eski suçlu baba ve onun berbat arkadaş çevresi -bunlar içinde en berbat olanı da bir Vietnam gazisi-, ilk filmde evin karanlık koridorlarındaki kovalamaca ile ikinci filmdeki ‘vahşi batı’ yolculuğu aslında aynı yere denk düşüyor. Bu karanlık Amerika tablosunda genç kızların halihazırdaki hayatını ve olası geleceklerini bu yaşlı adamların geçmişte ve bugün yaptıkları belirliyor.


Kapitalizmin küresel krizleri bağlamında geleceğin nasıl bir karanlıkta şekillendiğini anlatan bu filmlere simetrik Türkiye anlatıları da var: Çekmeköy Underground’daki (2015) varolduklarını arabesk rap yaparak göstermeye çalışan varoş çocuklarının ya da Nefesim Kesilene Kadar’daki (2015) bencil babasıyla yeni bir hayat kurabilmek için çırpınan geleceksiz tekstil işçisi Serap’ın hikayeleri de aynı sosyolojik düzleme ait -tarihleri daha eski olmasına rağmen, ailelerine/topluma rağmen ‘yırtmaya’ çalışan kenar mahalle gençlerinin acı öykülerini anlatan Başka Semtin Çocukları (2008), Kara Köpekler Havlarken (2009) gibi filmleri de ekleyebileceğimiz, yönü ve gidişatı bir türlü belirlenemeyen bir geleceğe dair kaygılarla örülü karanlık bir düzlem.

Tüm bu anlatıların olası kaynaklarını gösteren filmler de var tabii. Türkiye için konuşursak bunların başında Çoğunluk (2010) geliyor. Başta AKP’nin ortaya çıkardığı yeni kapitalist sınıf, bu sınıfın bu çarpık düzende tutunabilmek için sürekli yeniden ürettiği milliyetçi-muhafazakar ideoloji, bu ideolojiyle beslenip onu besleyen erkek-egemen kültür olmak üzere, gerçekçi bir karamsarlık içeren tüm bu filmlerin işaret ettiği sosyolojik tablonun temel nedenleri, Türkiye’nin bugünkü politik çaresizliğini de net biçimde öyküleştiren o filmde görülüyor.

Koca ülke bu çaresizlik hissinden bir türlü kurtulamadığı için önümüzdeki yıllarda bu kaygı filmlerine büyük ihtimalle yenileri eklenecektir. Hayat filmler kadar basit değil tabii; iyi bir şeyler yaptığımızı düşünmek için filmlerde iyi karakterle özdeşleşip iyimser bir Hollywood finaliyle arınmak yeterliyken hayatta doğrudan tarafımızı seçip somut şeyler yapmamız gerekiyor. Bunun için de önce 89 mm farkla uğraşmak lazım.

89 mm farkı, Polonyalı yönetmen Marcel Lozinski’nin 1993 tarihli kısa filmi 89 mm od Europy’de (Avrupa’dan 89 mm) anlatılır. Yaklaşık 12 dakika süren siyah-beyaz filmde, bugün Belarus sınırlarında bulunan Brest şehrinin (Brest-Litovsk Antlaşması’nın imzalandığı şehir) tren istasyonunda gerçekleşen ilginç bir çalışmaya tanıklık ederiz: Demiryolu işçileri Paris’ten Moskova’ya giden bir yolcu treninin vagonlarını tekerleklerden ayırıp farklı tekerleklerin üstüne yerleştirmektedir. Çünkü Brest’ten Moskova ve sonrasına doğru ilerleyen demiryolu hattındaki raylar Brest’e kadar gelen Avrupa hattındaki raylardan 89 mm. daha geniştir!

Türkiye’de bu ray farkı hem Batı hem de Doğu yönünde geçerli. O yüzden Yavuz Sultan Selim Köprüsü’nün ortasına ray yerleştirmek hiçbir anlam ifade etmiyor, ülke ne Doğu’ya gidebiliyor ne de Batı’ya. Kendi kısacık ray hattımızda bir o tarafa bir bu tarafa gidip duruyoruz. Çözüm anlatıların finalini Hollywood iyimserliğine bağlamaktan değil, tekerlekleri ya da rayları değiştirmekten geçiyor. Bu değişimi gerçekleştirdiğimizde zaten kaygılı, karamsar anlatılar da yazılmıyor olacak...

Kaynak: Birgun.net