KORKUT BORATAV / @korkutboratav

2016 dünyasının kriz olasılıklarını tartışıyoruz ve birkaç belirleme yapıyoruz.

Emperyalist sistemin merkezinde 2008 krizinin tekrar patlak vermesi değil; uzun sürecek bir durgunluğun yerleşmesi söz konusudur. Buna karşılık sistemin çevresi ile sınırlı ve 1998-2002’de sadece “Güney” ekonomilerini sarsmış olan bunalımın bir benzeri beklenmektedir. O bunalım, çevreye dönük sermaye hareketlerinde sert bir daralma ile Doğu Asya’da başlamış; iki kere Türkiye’ye de uğradıktan sonra Latin Amerika’da son bulmuştu.

Bugünkü durum 1998’i niçin hatırlatıyor? Son iki yılda da metropol kökenli sermaye hareketleri hızla yavaşladığı için... “Bu seferki Güney krizi nerede başlayacak?” sorusu gündeme gelince kırılganlıklar mercek altına alınıyor ve “zayıf halkayı” oluşturan 4-5 ülkeden biri olarak Türkiye de gösteriliyor.

Ancak, bağımlılık olgusu kırılganlıklardan önce incelenmelidir. Kriz etkenlerinin başında gelen yabancı sermaye hareketlerini bu açıdan ve Türkiye bağlamında gözden geçirelim.

Dış dünyaya artık aktarımı: Fazla artış yok!

Sermaye ihracı, emperyalizmin belirleyici bir öğesidir. Türkiye, bu ölçüte göre, net olarak sermaye ithal eden bir ülkedir. Metropol sermayesi, “doğrudan yatırım” adı altında sabit varlıkların (bankaların, otellerin, fabrika ve madenlerin) mülkiyetini devralmıştır. Finans kapital, uluslararası bankalar borç vermiştir. Finans kapitalin rantiye katmanları sıcak paraya (kâğıttan varlıklara) para bağlamıştır.

Bu yatırımlar aracılığıyla metropol sermayesinin el koyduğu artık değer öğelerinin (kârların, faizlerin, portföy getirilerinin) bir bölümü her yıl dış dünyaya aktarılır. Yabancı sermayeye bağımlılıkları bir hayli eskiye uzanan bazı Latin Amerika ekonomilerinde, dış dünyaya aktarımlar, zaman içinde sermaye girişlerini aşabilmektedir. Türkiye’deki durumun genellikle böyle olmadığı Tablo 1’de özetleniyor. Uluslararası krizin hemen arifesi (2007), kriz yılı (2009) ve sonrasına ait dört yıl alınıyor. Son sütundaki aktarım ve yabancı sermaye verileri Aralık 2014-Kasım 2015’e aittir. O yılın milli geliri için ise IMF tahmini kullanılmıştır.

Tablonun ilk satırına bakalım. “Normal” yıllarda yabancı sermaye 12-13 milyar dolar civarında kâr, faiz ve benzer artık değer öğelerini Türkiye dışına aktarmaktadır. Kriz yılında aktarım 19 milyar doları aşmış; huzursuzlukların arttığı 2015’te ise 15 milyara yaklaşmıştır.

İkinci ve üçüncü satırlarda ise, artık aktarımının milli gelir ve yabancı sermaye girişleri içindeki payları yer alıyor. “Normal” yıllarda ilk oran %1,5 ile 2,1; ikincisi ise %17-25 arasında seyrediyor. Kriz yılında (2009’da) milli gelir ve yabancı sermaye girişleri düşmüş; her iki oran da hızla tırmanmıştır. En önemlisi, o yıl, artık aktarımı sermaye girişlerini sekiz misli aşmıştır. Bu ölçüme göre 2009’da ülke ekonomisinden emperyalist sisteme net kaynak transfer edilmiştir. 2015’te aynı oranın %40 eşiğine ulaşması, belki de 2009 koşullarına yaklaşıldığını işaret etmektedir.

Hatırlatalım ki, 2007-2015 yıllarında Türkiye’ye giren 450 milyar dolarlık dış kaynak toplamı, birikimli milli gelirin %7,5’ine ulaşmıştır. Bu hacimde ve bu oranda yabancı fon girişine, geçmiş dönemlerin birikimi olan sermaye stokunu da ekleyiniz. Bunlardan türemesi beklenen artık değer kitlesinden dışarıya aktarılan kâr, faiz gelirleri çok ılımlı boyutlarda kalmıştır.

Yabancıların Türkiye’deki varlıkları hızla artıyor

O halde, yabancı sermayenin ülke dışına aktarmadığı net getirileri vardır. Bir bölümü, dağıtılmamış kârlar ve değer artışları olarak yabancı sermaye stokuna eklenecektir. Yani, yabancıların ülke içindeki varlıkları büyüyecektir.

Bu bilgilere ulaşabilir miyiz? TCMB’nin uluslararası yatırım pozisyonu istatistikleri işe yarıyor. Tablo 2, bu veriler kullanılarak oluşturuldu.

Yabancı varlıkların ekonomi içinde kapladığı yer nasıl ölçülmeli? Tablonun ilk satırı önemli bir gösterge kullanıyor: Türkiye’de yabancılara ait varlıkların milli gelire oranı… Bu oran 2007-2014 arasında dokuz puan artarak %84’e ulaşmıştır. Buna göre “normal” yıllarda yabancı sermayenin Türkiye’de kapladığı alan, milli gelirin büyüme hızını aşan bir ivme içinde genişlemektedir.

Thomas Piketty, 21’inci Yüzyılda Kapital başlıklı kitabında, Batı ekonomilerinde toplam servet/milli gelir oranının 2010’da %500, yabancı sermaye ile ilgili oranın ise %50 civarında olduğu tahmin ediliyor. Emperyalizmin merkezinde değil, çevresinde yer alan Türkiye’de ise yabancı sermayenin göreli ağırlığının daha fazla olması normaldir.

Kriz ortamında durum değişmektedir. 2008’in son üç ayında patlak veren kriz, o yıla ait yabancı varlıklar/milli gelir oranını çarpıcı boyutta (22 puan) düşürmüştür. Nasıl? İlk olarak Ekim-Aralık 2008’de Türkiye’den 10 milyar dolara yaklaşan yabancı sermaye çıkışı ile… İkinci olarak, kriz ortamı hisse senetleri, tahvil, mevduat, sabit sermaye olarak TL’ye bağlanmış olan varlıkların piyasa değerinin düşmesi nedeniyle… Döviz fiyatlarındaki artış da benzer bir etki yaratmıştır, ama aynı etken, dolarla ifade edilen milli geliri de aşağı çekmiştir.

Gelelim madalyonun diğer yüzüne: Türkiye burjuvazisinin (şirketlerin, bankaların, rantiyelerin), hatta devletinin (örneğin TCMB net rezervleri biçiminde) dış dünyadaki varlıkları… Bunlar Türkiye’deki yabancı sermayeden fazla mı, az mıdır?

Yanıt, Tablo 2’ini ikinci satırında veriliyor: Buradaki “net sermaye pozisyonu”, bu varlıkların toplamı ile yabancıların Türkiye’deki varlıkları arasındaki farktan oluşuyor. Farkın, her yıl “eksi” (negatif) olduğuna dikkat çekelim. Niçin? Türkiye, emperyalist değil, net sermaye ithal eden bir ülke olduğu için… Dahası, Türkiye’nin emperyalizme bağımlılığını gösteren bu konumu (kriz yılı hariç) zaman içinde artmıştır. Net pozisyon/milli gelir oranı 2007-2014 arasında -%48,5’ten -%55,2’ye çıkmıştır.

Son olarak, yeni bir dışsal kırılganlık göstergesine geliyoruz: Yabancıların varlıkları içindeki “sıcak” öğelere… “Sıcak”, yani, hızla çıkabilecek yatırımları nelerden oluşuyor? Hisse senetleri, tahviller, banka mevduatı ve kısa vadeli (TL veya dövizli) alacakları… Bunların toplam yabancı varlıklara oranı, (tabloda kapsanmayan) 2002’de %21 civarından 2007’de %29’a çıkmış; 2008’de krizin etkisiyle dört puan geriledikten sonra kesintisiz artmış; 2014’te %43’e çıkmıştır. Milli gelire oranının da aynı doğrultuda arttığı gözleniyor.

2014’te yabancı sermayenin Türkiye’deki “sıcak” varlıklarının toplamı 289 milyar dolardır. Fazla endişe etmeyiniz. Bu, bir kriz ortamında Türkiye ekonomisinden hızla çıkabilecek bir üst-sınır değildir. Zira, bu toplamın %71’i (hisse senedi, tahvil, mevduat olarak) TL’li varlıklardır. Döviz fiyatları tırmandığında, bu varlıkların dolar olarak değeri aşınacak; kur riski yabancılara yansıyacak; dışarıya çıkış frenlenecektir.

Dolayısıyla, döviz fiyatlarının tırmandığı finansal ortamlarda, yabancıların “sıcak para” varlıkları iki etkenle erir: Ülke dışına aktarılan fonlar veya “kâğıt üzerinde kalan kayıplar”… Tablo 2’ye almadığım Kasım 2015 verilerini örnek göstereyim: 2015’in ilk on bir ayında yabancıların Türkiye’deki toplam “sıcak” varlıkları 57 milyar dolar düşmüştür. Bir kriz-öncesi ortam akla gelebilir. Bu erimenin 19 milyarı, Türkiye’den net çıkış yapan sıcak para akımıdır. 38 milyarlık aşınma ise, büyük ölçüde doların on bir ayda %23 oranında yükselmesinden kaynaklanmıştır.

Demek oluyor ki, TL’ye bağlanmış sıcak para çıkışlarını, dövizin pahalılaşması frenlemektedir. Ancak, “frenlenme” ile “önleme” aynı şey değildir. Yabancı spekülatör ve rantiyelerin, kur riskine karşı güvence araçları vardır. Ve son tahlilde çıkış talebi önlenemez. Türkiye ekonomisi bu talebi döviz varlıklarıyla karşılamak zorunda kalacaktır. Yetersizlik, tıkanma, finansal kriz anlamına gelir.

Ya diğer dış bağımlılıklar?

Yabancı sermayenin toplam ve “sıcak” akımlarından ve Türkiye’deki varlıklarından oluşan bağımlılıkları, kırılganlıkları gözden geçirdik. Bunlara, daha önce tartıştığımız dış borçların toplamı, bileşimi ile ilgili sorunları da ekleyebiliriz.

Emperyalist sistemden kaynaklanan dışsal bağımlıklar bunlardan mı ibaret? Elbette değil. Birkaç soruyla hatırlatalım:

Bu yüzyıl içinde Türkiye’ye 600 milyar dolar yabancı sermaye girdiği halde yatırım oranı niçin artmadı? Bu kaynakların ekonomik ve toplumsal etkileri, paylaşımı nasıl izlenir?

İstikrarlı, “sözde üretken” doğrudan yabancı yatırımlarla ilgili sorunlar? Ne kadarı sadece mülkiyetin el değiştirmesinden, lekeli özelleştirmelerden, gayrimenkul alımlarından ibarettir? Sayısı, önemi artan yabancı bankaların finansal çalkantı ortamlarında getirdikleri, götürdükleri?

Ekonominin kronik cari açıklarının yapısal nedenleri? Büyüme hızındaki yavaşlamaya rağmen dış açıkların milli gelire oranı niçin yükseliyor?

Üretimin ve ihracatın ithalata bağımlılığı ne kadar, neden artmıştır?

Makroekonomik politikalarda uluslararası finans kapitalin belirleyici rolü niçin aşılamamaktadır?

Bu soruları türevleriyle zenginleştirin; sonra da ABD, AB, Ortadoğu ile ilgili devlet politikalarını da kapsayın. 21’inci yüzyılın emperyalizmini de, en azından Türkiye bağlamında çözümlemiş olacaksınız.

Kaynak: Birgun.net