YILMAZ RUHİ DEMİR

» Geçen bir yılda iyimser ve gerçekçi olmamızın önünde engel bir dizi somut hadise var. ‘’Ne yapabiliriz?’’ sorusunu tarihsel bir bağlamdan biraz daha çıkartıp, yakın tarihimiz ile ele alabilir miyiz?

Bence kendimizi abartıyoruz. Günümüzü abartıyoruz. Evet gözümüzün önünde arkadaşımız öldürülüyor, işkenceler yapılıyor, bombalar patlıyor, kan görüyorsunuz. Zaman ve mekân olarak içindeyiz, gözümüzün önünde. Ama günümüzde başka ülkelerde olan vahşetler de o kadar yakın aslında bize. Ancak o mesafeyi alabilirsek, vicdanı, isyanı yaşatarak. O isyan, tarih boyu zaten olup bitenlere ve dünyaya genel isyanımız, sade bugüne değil. Yani tarihi perspektif içinde önce ne kadar ufak, ne kadar geçici olduğumuzu görebilirsek, günümüze bakmamız çok daha sağlıklı olabilecek, çünkü isyanla, kendimizi harap etmekle tepki göstermeyeceğiz, oyunun dışına çıkıp ‘Bu kadar denedik olmadı, o zaman ben gidip Çince öğreneyim, belki gidip Çin’de bir iş bulurum, bahçecilik yapayım, Voltaire’in Candide’i gibi bostanlarda bir şey yetiştireyim’ konumu yerine angaje olmaya, günü yaşamaya ve gün içinde ne yapabilirim demeye hazırlıklı olacağız. Adorno 2. Dünya Savaşı’ndan sonra artık şiir yazılamaz diyor. Ulan bu ne bencillik? Yani senin yaşadığın dönemde bu felaket oldu diye, dünyanın sonu geldi, şiiri öldürüyor adam. Homeros’tan, Gılgamış’tan başlayan şiiri öldürüyor, artık kimse şair olamaz diye. Bencilliğin daniskası.

» Şiddet görüntüleri izliyoruz sürekli. Hastalıklı bir şey mi bu?

Duyarsız hale geldik. Bedeni kıyıya sürüklenen çocuk, Aylan vicdanı ancak harekete geçirdi. Çünkü delik deşik vücutlara, asılmalara, Saddam’ın ipe gitmesine, Kaddafi’nın ırzına geçilmesine, çok şeye alıştık ve bu alışılmadık bir fotoğraftı. Kan yoktu. Su içinde ufacık bir çocuk. Duyarsızlaşıyoruz birdenbire. Ben bir ara, 16 yaşındayken Amerika’da bir akıl hastanesinde çalıştım.

» “İnsan orada nasıl hasta olmaz’’ dediğiniz yer.

Evet akıl hastanesi daha da hasta yapıyor insanı. 18. yüzyılı anlatan filmlerde gördüğünüz en kötü sahneler gibi, 80-90 kişi, kadın erkek aynı koğuşta, yaş ortalaması 75, yarı çıplak, bütün alemden kopmuş gitmişler, 20-30 yıldır belki böyle bir koğuştalar, dış dünya ile bağlantı sıfır, yemeğini yiyen yiyor, yemeyen döküyor, yaş itibarıyla zaten ölüyorlar, yani hastane orda onları bir depoda tutuyor gibi, dışkıları içindeler, düzüşmeler, düzüşme gayretleri... ‘İmkânsız’ dedim, ‘Ben burada duramayacağım’... Kaçmak istedim ama bir şey oldu 15 dakika geçti, başka bir şey oldu gün geçti. Üçüncü gün o kadar alışmıştım ki, üç gün yetti, bir köşede katatonik, aynı hareketi tekrarlayan bir adam vardı, diğer bir köşede de Hitler gibi konuşan birisi. O kadar alıştım ki, aldım ikisini birleştirdim, bir anlam vermeye çalıştım. Uzaktan bakan birisi, birisi konuşuyor, birisi dinliyor diye anlayacak. Yani o düzene alıştım ve o düzen içinde daha da düzen yapmaya çalıştım. Çabuk alışıyoruz.

» Siz de hastalandınız yani?

Düzeni benimsedim, düzenin bir parçası oldum. Ben de hasta oldum, düzen hasta zaten. Düzeni benimseyerek ben de hasta oldum. Halbuki öyle bir koğuşun, hastanenin olmaması lazım. Yani düzen hasta, ben de hastalığın içinde düzenle oynuyorum.

» Peki insan bu ülkede nasıl hasta olmaz? Bu şikâyet etmek midir?

Şikâyet etmek düzeni ciddiye almak demektir. Edilgenliği de kabul etmek demektir. Onun için şikâyet eden varsa sustur, denizden, Fenerbahçe’den, buluttan, dalgadan konuşun. Ki düzenin oyununu oynamayalım. Ben de ‘Aman dikkat’ diyorum, Türkiye’de yaptığımız gibi, ‘Dışarda bir yerde konuşalım, şimdi bunu konuşmayalım’ diyorum. Yani düzenin gücünü güçlendirmiş oluyoruz. Düzen zaten, kendisini olduğundan güçlü göstermek, seni de o güç önünde saçma sapan gidip bahçe köşesinde, daha da korku konumuna itmek. Guardian’da bir haber çıkmış, ‘Putin herkesin sosyal medyasını takip ediyor’ diye, Putin’in havuz basını da bu haberi alıp kendisi yayıyor Rusya’da ki herkes dinlendiğini, izlendiğini zannetsin. Yani bu şiddet fotoğrafları, haberleri. Biz bunları yaydıkça ve bunlara inandıkça... Hiçbir devlet bu kadar güçlü olamaz.

» Gezi’den artık biraz kırgınlıkla bahsediyoruz. Gezi’nin bu potansiyelini nereden biliyoruz?

İnancımdan. Genel tarih içinde, türümüzün tarihi içinde bu doğrultuyu gördüğümden. Yani Gezi tipi hareketler, dikey değil yatay, marş yok şarkı var, hepsi türümüzde ilk defa. Modern toplumdan itibaren ilk defa. Müthiş bir şey bu. İnanılmayacak bir gelişme. Atom bombası neyse insanın dünyayı yıkabilmesinde, sistemden bu denli özgürleşebilmemiz de o kadar büyük türümüzün sosyal, toplumsal gelişmesinde.

» Gezi’nin coşkusunu ve inancını yitirenler için ne söylerdiniz?

Sizin son 1 yılda yaşadıklarınız, yani birebir tanık olduklarınız, benim 70 yılda yaşadıklarımdan fazla. Şaka maka değil oradan çıkabilmek, hâlâ suyun tadını alabilmek. Nekahat dönemindesiniz. Çünkü iş yapıyorsunuz, çalışıyorsunuz, bir yere kadar iştahınız var. Hayattasınız. Türkiye’de genel kültür zaten şikâyet ve ağlamak üzerine kurulu. Saraybosna da çok şey yaşadı, onlarda hiç olmazsa kara mizah var, gülüyorlar. Bizde o yok, ne kara mizahı var ne gülmesi var, ah vah ah vah, ağıt var, onun için bizde felaketlere olan tepkimiz daha ağır daha sağlıksız geçiyor.

Kaynak: Birgun.net