NECLA AKGÖKÇE
[email protected]

Geçen hafta perşembe günü beni Sonay Tezcan aradı. Sonay kim diyeceksiniz, onu kadın emeği mücadelesi ile ilgilenenler, bazı sol gazeteler ve haber sitelerinde çıkan “Kastaş’ta iki kadın direniyor” haberlerinden tanıyor olabilirler. İki kadından hangisisiniz diye sorunca “Ben Sonay” diye cevap verdi. Sonay ve Kardelen Yoğungan, 25 Mart günü, ağır çalışma koşulları, cinsel taciz ve şiddet, kadın- erkek işçi arasındaki ücret farklılığına karşı çıktıkları ve sendikal çalışma yürüttükleri için işten atıldılar. O günden bu yana İzmir Çiğli Atatürk Organize Sanayi Bölgesi’nde bulunan Kastaş Kauçuk Fabrikası önünde eylemdeler.

Kastaş tarım ve sanayinin çeşitli alanlarına sızdırmazlık profili üreten bir fabrika. 30 bin çeşit ürün ürettiklerini ve dünya genelinde 80 ülkede satış ağlarının bulunduğunu söylüyorlar. Bu yıl ve geçen yıl atılım üzerine atılım yaparak, Almanya’da Quickborn yakınlarında “Avrupa’nın her noktasına 24 saatte teslim” şiarı ile Kastaş Avrupa Lojistik Merkezi’ni açtılar. Menemen Plastik Organize Sanayi Bölgesi’nde de yeni üretim tesislerinin temellerini attılar. Yeni üretim ve yönetim tekniklerinin hepsini birden kullanmakla övünüp, yalın üretimden yana olduklarını ilan ediyorlar. Toplam kalite yönetimi, performans yönetimi sistemi, stoksuz çalışma bu üretimin ana eksenlerini oluşturuyor. “Özel ürünler için en iyi teslimat süresi” diye propaganda yapıyorlar, sanayi âlemine. Sloganlarından biri de, “Teknoloji, performans hepsi bir arada.” ARGE çalışmalarına büyük önem verdikleri gibi, “İnsana yatırımın bilincindeyiz” başlığı altında, yeni bir işletme kültürü oluşturmak, çalışanların gelişimini sağlamak için drama eğitimleri bile veriyorlar. Yok yok yani…

Kendilerini tanıtırken kullandıkları bütün bu kavram ve süreçlerin işçi sınıfı açısından bakıldığında farklı bir anlamı var tabii. 24 saatte teslim, özel ürünler için en iyi teslimat süresi; çalışanların siparişe bağlı olarak, gece gündüz, nefes almadan, yemek yemeden, tuvalete bile gitmeden üretim yapması anlamına geliyor. Performansa dayalı sistemi direnişçi kadınlar açıklamışlar zaten, verilen sürelerde belli miktarda ürün çıkarmak, bunun için yanında çalışan arkadaşının ürettiklerinden fazlasını üreterek onunla kıyasıya bir rekabete girişmek… ‘İnsana yatırım’ kavramının içine işçilerin yasalardan kaynaklanan işçi sağlığı ve iş güvenliği tedbirleri ve sendikalaşma hakları girmiyor elbette. Çalışanların büyük bölümünde, performansa dayalı üretim teknikleri sayesinde, bel fıtıkları ve kas yarılmaları görülüyor. Formenin kadınların yanağından makas alması, “Sizi mesaiye bırakıyorum, ne ara hamile kalıyorsunuz” demesi de işyerinde cinsel tacize girmiyor belli ki! Yeni işletme kültürü demek ki bu.

Fakat Sonay ve Kardelen’in direnişlerinin bize gösterdiği başka çok önemli bir gerçek daha var: Emek süreçlerini yeni tekniklerle denetim altına alarak, kârı azamiye çıkarmak için uygulamaya konulan bütün bu mekanizmaların aynı zamanda toplumsal cinsiyete dayalı bir boyutu da olduğu. Başka bir deyimle, bu fazlalıklardan arındırılmış “yalın üretim” sürecinden kadın işçilerin nasibine daha fazla sömürü ve cinsiyet temelli baskı düşüyor.

Kardelen ve Sonay’ın taleplerinde de bu ifadesini buluyor, onlar işe iadenin yanı sıra, kadınlar için eşit işe eşit ücret ile taciz, şiddet ve mobbingin sona ermesini, tacizci müdür ve formenlerin işten atılmasını istiyorlar.

13 yıl Petrol-İş Sendikası Kadın Dergisi’ni çıkardım, bu sürede pek çok işçi kadın ve direnişçiyle konuştum, fakat kadınların işyerindeki emek ve beden sömürüsüne dair taleplerini bu kadar net ve açık tanımlayan bir mücadeleye denk gelmediğimi söyleyebilirim. İki kadının örgütlü sosyalistler olmasının elbette bu sonuca katkısı büyük.

Direnişçi kadınlar Petrol-İş Sendikası’na üyeler. Sendika sürece hiç girmiş mi peki? Hayır. Kadınların bir bölümü anladığım kadarıyla e-devlet yoluyla sendikaya üye olmuşlar, örgütlenme çalışmaları belli düzeye gelince, startı verecekler. Sendika merkezi ve İzmir Şubesi bazı işçilerin üye olduğunu, bakanlık kayıtlarından anında görebilir. Çalışma sosyalist kadınlar tarafından yürütüldüğü için sanıyorum, olaya Fransız kalmışlar. Çünkü her yeni üye, özellikle de bilinçli ise koltuk açısından tehdit oluşturabilir. Baraj sorunu olmayan ama ciddi bir iktidar, koltuk sorunu olan örgütlenme servisini “Hizmet sendikacılığı yapacağız” diye fes edip örgütlenme uzmanını işten atan, Türk-İş ayarlarına geri dönen bir sendika için, bu garip bir tutum değil. Ama İzmir Şube Başkanı’nın, sendika desteğini almak için şubeye giden kadınları tehdit ederek, “ Kadın olmasaydınız ben size gösterirdim” demesini açıklayacak “sendikal” bir gerekçe yok. İşyerinde cinsiyet temelli şiddete uğradıkları için direnen kadınlara, bir şiddet de sendika yöneticisinden. Feminizm açısından; patriyarkanın sınıfı yoktur be kızkardeşler…

Kadın işçilerin direnişleriyle görünür kıldıkları, eşit işe eşit ücret ( kadın emeği söz konusu olduğunda biz buna eşdeğerde işe eşit ücret diyoruz) talebi ve işyerinde cinsel taciz ve şiddete karşı mücadele, “Bedenimiz, emeğimiz, kimliğimiz bizimdir” diyen feministler için de yanılmıyorsam hâlâ geçerliliğini koruyor. Dolayısıyla, birlikte hareketin, dayanışmanın koşulları mevcut, belli mi olur bakarsınız, bu ortak mücadele vesilesiyle sendikalar da işçi kadının sorun ve taleplerinin farklı olduğunu, bunun sendika politikalarına aktarılması gerektiğini görebilirler. Zayıf ihtimal ama umut fakirin ekmeği işte…

İmza kampanyası için

https://goo.gl/ITZFBl

Kaynak: Birgun.net