Munise Nur Aktan

Annemin olmadığı bir şehirde anneannemin onun vekilliğini yaptığı ve sonsuz sevgisini hiç sakınmadığı bir sabahı düşünüyorum. Özenli ama kat kat giydirilmişim, hareket etmenin ve emanet çocuk olmanın zorluğunu hissediyorum, belki hâlâ şu an bile. Yine perçemlerim var ama anneannem gözlerim bozulmasın diye burup salyangoz yapmış onları kafamda. Sonra parmaklıkları olan pencereden ayaklarımı dışarı sallandırıp geleni geçeni izliyorum, konuşulanları öyle kafama yapıştırmışım ki hâlâ o mahalledeki her şeyi neredeyse tüm netliğiyle hatırlıyorum. Dışında kaldığım, arkadaş edinemediğim, hep “içine kapanık” olarak etiketlendiğim o mahalledeki duyduğum, şahit olduğum, belki biraz gözetlediğim tüm hikâyeler gibi Refik Algan’ın Saat Kulesi’ndeki hikâyeleri. Okudukça sanki evet anımsıyorum diyeceğiniz, küçük ayrıntılardan size ait olan “eski”ye uzanıp oralarda kalacağınız öyküler. Sessiz geçen onca zamanın ardından öyküleriyle geri dönen ve 2006 yılında Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazanan Refik Algan Kısa Metinler ve Saat Kulesi’nde sahip olduğunuz ya da olmadığınız anlara sizi böyle davet ediyor.

Hikâyeler zaten biraz böyledir; sizi her daim aniden kendi öykülerinize savurur. Bu his kaçıncı kez başınıza gelirse gelsin hep güzeldir. Refik Algan’ın Ahşap Evin Sokak Kapısındaki Delik hikâyesinde olduğu gibi… Müteahhide kurban gitmeden ahşap eski güzel bir evde geçti çocukluğumun bir kısmı, anneannem ve dedemle. Evin tahta kapısında bir delik vardı ve oradan ip sallanırdı. Ve o ip teklifsiz tekellüfsüz sokağı içeri çağırırdı. İpi çekince bütün sınır aşılır, dostlar “ben geldim” diyerek evin taşlığına dalıverirlerdi. Aramızdaki bütün sınırları o ip mi kaldırıyordu yani? Yirmi beş senede bu kadar “mesafe” katedeceğimize inanamazdım ben de, aynı Refik Algan’ın dediği gibi: “İpin ve deliğin artık niye kullanılmadığını ya da ipini çekince kapıları açılan ve kendimizi hemen içinde bulduğumuz evlerin niye yok olduklarına dair sorular mı sormalıyız şimdi, yoksa onları artık sadece sıcak bir çocukluk anısı olarak mı bırakalım?”

Her hikâyede tamamıyla kendinizi bulamazsınız, bu zaten mümkün değildir ve oyunu da sıkıcı hale getirir. Ama bazen “o” öykünün koltuğunda oturursunuz sanki. Arslan, Tevegöz ve Dr. Korkut’un Öyküsü’nü okurken eski bir masalın bir parça da olsa modern uyarlaması karşınıza çıkar. Dede Korkut Masallarındaki Tepegöz, Tevegöz olmuş, salonun ortasına bir canavar gibi yerleşmiş, bütün sesleri sanki içine çekmiştir. Daha da garibi bu uyarlamayı okurken bile bir nostalji hissine kapılırsınız. Çünkü canavarın kendisi yine değişmiştir. Tevegöz hâlâ evin salonundadır ama sesleri içine çeken sadece bu beyaz kutu değildir artık. Gözümüzü alan, sesimizi içine çeken başka beyaz kutular daha vardır. Bu öyküyü okurken içimde yeni tevegözlere dair kızgın, öfkeli, didaktik bir ses tınlamadı. Sadece karşılaşacağımız yeni zamanların canavarlarını ve onlara yazacağımız hikâyeleri düşündüm.

Refik Algan’ın öykülerinde sonu bir şekilde yalnızlığa çıkan hüzünlü kadınlar var. Sevim Hanım, Suzan, Safiye Teyze. Bir televizyon dizisinden bir cümle düşüyor aklıma. “Hayat nitelikli insanları ödüllendirir.” Çok acımasızca geliyor. Biraz ferahlamak için ihtiyacımız olan bir yaz bahçesi. Ona da Sevim Hanım’ın hikâyesinde kavuşuveriyoruz: “Şimdi gözlerini kapat ve burada yaz çiçekleri ile dolu, yeni sulanmış bir bahçe düşün.” (…) Daha arkada da aşı boyalı bir villa… Eğimli bir çatısı ve yukarıda, çatı arasında da tek bir odası var. Sundurmada çok şişman bir kadın, karşısına küçük bir çocuğu oturtmuş mandolin dersi veriyor… Nasıl?” “Rüya gibi bir şey!” Hikâyeler, bizi bazen kendi gerçekliğimizden kurtaran hikayeler rüya gibi şeyler… Nefes almak için Saat Kulesi’ne sığınabilirsiniz.

Kaynak: Birgun.net