Ahmet Kasım Han - Kadir Has Üniversitesi Doç. Dr
Behlül Özkan- Marmara Üniversitesi Yrd.Doç.Dr


11Son günlerde Türkiye, İran, Rusya arasında baş döndürücü bir diplomasi trafiği var. Erdoğan Putin görüşmesinin ardından, İran Dışişleri Bakanı Zarifi Türkiye’ye geldi. Masada görüşmeler devam ederken sahada PYD liderliğindeki Suriye Demokratik Güçleri Fırat’ın batısındaki Menbiç’i haftalar süren çatışmalardan sonra IŞİD’ten aldı. Dolayısıyla Türkiye’nin kırmızı çizgisi olarak açıkladığı PYD’nin Fırat’ın batısına geçmesi fiilen gerçekleşti. Şimdi cevap bekleyen soru şu? PYD güçleri Batıya doğru ilerleyerek Türkiye’nin tüm güney hattını kapatacak şekilde Afrin kantonuna kadar uzanan 90 kilometrelik bölgeyi de alacak mı? Kasım 2015’te Yayladağı’nda Rus Su-24 uçağının düşürülmesinin pratik sonucu Türkiye dış politikada Batı’nın tercihlerinin seyircisi olma durumuna sıkışmıştı. Bu nedenle orta büyüklükte bir uluslararası aktörün dış politikasını yürütebilmek adına sahip olması gereken güç dengeleme imkânlarını yitirmiş Türkiye’nin, buna karşı yapacak hamlesi şimdiye kadar yoktu. Aslında, gerçekçi bir bakışla, Türkiye bu haliyle stratejik derinliğini neredeyse bütünüyle yitirmişti!

Anadolu ve Arap Ortadoğusu arasında Kürt koridoru?

Ankara’nın PYD’nin Batıya doğru ilerleyişine karşı yapabildiği tek şey top atışlarıyla karşılık vermekti. Rus savaş uçağını düşürmesinin ardından Türk savaş uçakları Kasım 2015’ten bu yana bırakın Suriye’ye yönelik operasyon düzenlemeyi, Suriye’de konuşlanmış son derece gelişmiş teknoloji ürünü Rus hava savunma sistemleri nedeniyle sınıra yaklaşamıyordu bile. Bunun farkında olan PYD, Türk topçusunun menzili dışında, sınırın 40 kilometre güneyinden Batıya doğru ilerledi. Bugün gelinen noktada eğer PYD ilerleyişine devam edip ilan edilmiş Kürt kantonlarını birleştirirse, İran sınırından başlayarak yaklaşık Türkiye’nin güneyindeki 1000 kilometrelik alan Kürtlerin eline geçecek. Bu Anadolu’nun neredeyse bin yıldır ilk defa Arap Ortadoğuyla tüm bağlantısının kopması ve yalıtılması anlamına gelecek. Tüm bu gelişmeler Ankara’da alarm zillerini çaldırmış olacak ki Haziran ayı içerisinde dış politikada Rusya ve İsrail ilişkilerinde tam bir u-dönüşü yaşandı. Kabaca bunların ilkini Rusya’nın sağlayabileceği denge unsurunu Türkiye’nin dış politikası için tekrar kullanılabilir kılmak, ikincisini ise Batı ile dengeleyici bir sinyal vermek olarak algılamak mümkün.

Esasen bu gelişmeler derhal siyasi söyleme de yansıdı. Bu yönde açıklamaların bir kaçını arka arkaya sıralayalım: Cumhurbaşkanı Erdoğan ABD ve AB’yi kastederek “Suriye ile ilişkisi olmayan ülkelerle artık konuşmamamız lazım” dedi. Daha geçen yıl “Rusya’nın Suriye’de ne işi var” diyen Erdoğan, birkaç hafta önce “Suriye barış sürecinde Rusya en önemli oyuncu” diyordu. Elbette, tüm bunlara 15 Temmuz Darbe Girişimi sonrasında yaşanan gelişmeleri de eklemek gerek. Darbe girişimini hemen öncesinde Suriye’deki üslerinden fark eden Rusların bunu Türkiye’ye haber verdiğine dair iddialar önce Ortadoğu basınına yansıdı. Sonra da İngiliz gazeteci Robert Fisk tarafından dile getirildi. Buna Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun, darbe gecesi İran Dışişleri Bakanı Zarifi’nin kendisini 4-5 kez aradığı açıklamasını da ekleyelim. Tüm bu gelişmeler Türkiye’nin Suriye’de, İran ve Rusya ile birlikte yeni bir arayışa girebileceğine işaret ediyor. Zaten Rusya Dışişleri Bakan yardımcısı Mihail Bogdanov “Rusya, İran ve Türkiye, Suriye konusunda üçlü görüşebilir” diyerek bu yakınlaşmanın olabileceğinin sinyallerini verdi.



Peki 5 yıldır devam eden Suriye iç savaşında karşıt tarafları destekleyen Rusya, İran ve Türkiye hangi konuda, ne görüşecek? Bunun cevabı Cerablus-Mare hattı ve Halep’de süren çatışmalarda yatıyor diyebiliriz. Türkiye geçtiğimiz dönemde, PYD’nin tüm güney sınırını kapatmasını engellemek için IŞİD’in elindeki Cerablus-Mare hattını ABD’nin de yeşil ışık yakmasıyla, desteklediği radikal unsurlar üzerinden kontrol etmeye kalkışmıştı. Ancak bu girişim Ankara açısından hüsranla sonuçlandı. Türkiye’nin desteklediği gruplar bırakın bu hattı el e geçirmeyi, ellerinde tuttukları bölgenin bir kısmını da kaybettiler. PYD’nin Menbiç’i alması sonrasında IŞİD’ın Cerablus’tan çekilmeye başladığı yönünde gelen haberler, bu şartlarda Türkiye’nin bölgede ortaya çıkan güç boşluğunu bizzat kendi silahlı kuvvetleriyle oraya girerek doldurmak isteyebileceğini akıllara getiriyor. Ancak, bu ihtimalin gerçekleşmesi için Ankara’nın Suriye hava sahasında kuş uçurtmayan Rusya’nın onayını alması gerek. Bunlar yaşanırken, Çavuşoğlu’nun apar topar Tahran’a gittiğini de hatırlatalım.

Tampona Tahran ve Moskova nasıl bakar?

Peki Rusya ve İran, hatta Esad yönetimi Türkiye’nin Cerablus- Mare arasından girerek tampon bölge oluşturmasına nasıl bakar? Böyle bir pazarlığın gerçekleşebilmesi için Rusya açısından ana koşulun Suriye’nin en büyük kenti Halep’te Esad güçlerine karşı savaşan, ve Rusya’nın kategorik olarak terörist olarak nitelediği, gruplara Türkiye’nin desteğini kesmesi olduğunu söyleyebiliriz. Esad yönetimi Türkiye’nin muhaliflere verdiği desteği kesmesi halinde savaşı kazanacağını yıllardır söylüyor. Bu yaklaşımın Rusya tarafından da paylaşıldığının emareleri mevcut. Üstelik Türkiye’nin belli bir coğrafi derinlikte Cerablus’a girmesinin; Suriye’de sahada sıkışmayla karşı karşıya kalacak PYD’yi, Rusya ve İran ile yakınlaşmaya zorlayabileceğini de ekleyelim. Tampon bölge konusunda iki senaryo var. Bir tanesi Türkiye’nin 40 kilometre derinliğinde şu anda IŞİD’in elinde olan Al-Bab kasabasını da alarak PYD’nin elinde bulunan Kobane ve Afrin’in arasına girmesi. Bu Kürt koridorunu Türkiye’nin ikiye ayırması demek. Diğer ihtimalse Türkiye’nin sınırı boyunca uzanan Cerablus-Mare arasını kontrol etmesi ancak PYD’nin bunun güneyinden kantonları birleştirmesi. İkinci senaryonun gerçekleşmesi halinde bu cepten PYD’nin kontrolündeki güney yönüne doğru baskı yapılması ihtimali var.



Kremlin’in stratejisi: Kafkasya modeli

Bu gelişmeleri izleyen Rusya’nın Ortadoğu’da giderek etkinliğini arttırırken, devletleşen ama devlet olarak tanınması ufukta görünmeyen PYD ile tıpkı Dağlık Karabağ, Güney Osetya ve Abhazya ile olduğu gibi Moskova’nın hamiliğinde bir ilişki kurması mümkün. Unutulmaması gereken noktaysa Suriye’deki rejimi destekleyen Rusya’nın diplomatik kültüründe muhatapları ile “eşit” ilişkiler kurmak gibi bir alışkanlığının bulunmadığı. Gerçekçi, pragmatik ve fırstaçı bir çizgide ilerleyen Kremlin, Esad rejiminin Suriye’nin tamamını egemenliği altına almasının artık mümkün görünmediğinin farkında olmalı. Bu durumda parçalı bir siyasal coğrafyada, Kremlin’in çok iyi bildiği “böl ve yönet” politikalarına açık ve ancak Rusya’nın varlığıyla dengelenen, donmuş çatışma ve çakışan demografilerden malul, Kafkasyalaşmış bir Suriye Rusya için en çok tercih edilir gelecek senaryosu olabilir. Bu, kısa vadede olmasa da, yaşanacağı muhakkak olan Esad sonrası dönemi de içeren vadede, Rusya’nın bölge üzerinde kontrolünü Suriye’nin iç aktörleri açısından “külfetli bir gereklilik” haline getirecektir. Stratejik olarak böyle bir anlayış Rusya’nın bölgedeki varlığını üzerinden meşrulaştırabileceği ve sürüdürülebilir kılacağı bir mantık olarak değerlendirilebilir. Esad yönetiminin de bu antlaşmadan Halep’i geri alarak kazançlı kalkabileceğini söyleyebiliriz. Esad’a bağlı savaş uçaklarının beş yıldır ilk defa PYD kontrolündeki bir bölgeyi, Haseke’yi bu hafta bombaladığını da vurgulayalım.


Cevap bekleyen sorular

Halep’in rejim tarafından geri alındığı, Türkiye’nin Cerablus hattını kontrol ederek PYD’nin ilerleyişini durdurduğu, Rusya’nın da PYD üzerindeki kontrolünü artıracağı bir antlaşma mümkün mü? Suriye’ye yönelik bir askeri harekâta uzun dönemdir karşı çıkan TSK yönetimi, darbe sonrasında ortaya çıkan zaaf görüntüsünü ve imajı düzeltmek için bu defa buna olumlu yaklaşır mı? Darbe sonrası ortaya çıkan savaş uçağı pilotu eksikliğine karşı, TSK’dan ayrılan pilotların geri dönüşüne olanak sağlayacak OHAL kararnamesinin bu gelişmelerle bir ilgisi var mı? Tüm soruların cevapları yakın dönemde netleşecektir. Masada konuşulanın sahada ne kadar uygulanabileceği; Türkiye, İran ve Rusya arasında böyle bir antlaşma olursa bunun açık şekilde kaybedeni olacak S.Arabistan’ın buna nasıl tepki vereceği de cevap bekleyen diğer sorular?



Biden Ankara yolunda

Ancak şunu hatırlatmak gerekir ki böyle bir yakınlaşma Türkiye’nin NATO’dan çıkması türünden makro sonuçlara yol açmayacaktır. Aslında, Kürtler ve ABD arasındaki ilişkilerin tarihinin, ABD’nin onlarla işi bittiğinde Kürtlere arkasını döndüğü bir hayal kırıklıkları tarihi olarak da okunması mümkün. Bu durumda “iş”den kasıt elbette IŞİD ile sahada yürütülen mücadele. Kaldı ki ABD, PYD/ SDG güçlerinin ana konsantrasyonunun Rakka ve IŞİD odaklı sürdürülmesini önceliklendiriyor. Washington’un PYD’nin Kuzey Suriye’de kesintisiz bir “Kürt kemeri” oluşturulmasına yönelik çabalarının, ABD’nin Türkiye ile ilişkilerini daha da zehirleyerek yarattığı olumsuz dışsallıkların bedelini ödemek istemeyeceği düşünülebilir. Bu durumda Türkiye’nin Suriye’de şu anda PYD’nin elinde olan Münbiç ve Tel Rıfat arasındaki 90 kilometrelik bölgenin tam ortasından bulunan ve halen IŞİD’in elinde olan Al-Bab kasabasını alarak bu koridoru doldurması, ABD’nin başından karşı durmayacağı bir senaryo oluşturabilir. Kaldı ki bu Türkiye ile PYD’yi baş başa bırakacağı için Washington’u, belki de üzerine almak istemediği diplomatik yüklerden kurtaracak, Türkiye’nin hedef tahtasından bir nebze indirecektir. Hatta bu senaryoda ABD – Türkiye ilişkilerinde Suriye özelinde ve bölgesel çapta bir yakınlaşma söz konusu olabilir. En azından şimdilik. Aslında, tüm bunlar göz önüne alındığında ABD Başkan Yardımcısı Joseph Biden’ın Türkiye ziyaretinde yukarıda çizdiğimiz çerçevenin merkezi önemde olacağı söylenebilir. Ankara’nın bugünkü koşullarda bu yaklaşımının Washington tarafından desteklenmesini sağlaması sürpriz olmaz. Daha uzun vadede ise Washington’un Türkiye’nin giriştiği bu yeni “otonom denge oyununu” not edeceğine şüphe yok.

***

Kafkasyalaşmak ne demek?

Kafkasya dünyanın etnik olarak en karmaşık bölgelerinden. 1917 Devrimi sonrasında Kafkasya’yı egemenliğine katan Sovyetler Birliği’nin 1917-1924 tarihleri arasında Rus olmayan topluluklardan sorumlu Uluslar Halk Komiseri Josef Stalin’di. Gürcü kökenli olan ve Kafkasya’nın karmaşık etnik yapısını çok iyi bilen Stalin bölgede kurulan Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan Sovyet Cumhuriyetlerinin sınırlarının çizilmesine önemli rol oynadı. Stalin Abhazya, Acarya ve Nahcivan otonom bölgeleri, Dağlık Karabağ, Güney Osetya gibi bir çeşit otonom idari yapı olan oblastların kurulmasında da etkindi. Bunlara Kuzey Kafkasya’da Rusya Federasyonu içinde yer alan çok sayıda otonom birimi de ekleyebiliriz. Dahası başka cumhuriyetlerin sınırları içinde kalan ama diğer cumhuriyete bağlı eksklavlar da düşünüldüğünde Sovyet döneminde Kafkasya karmaşık bir jeopolitik zeminde yönetildi (Türkiye sınırından 42 kilometre uzakta Suriye içinde adeta bir cep gibi Türkiye toprağı Süleyman Şah türbesi son döneme kadar Türkiye’nin tek ekslavıydı). Uzun Sovyet döneminde İkinci Dünya Savaşında yaşanan zorunlu göçler dışarıda tutulursa, Druzhba Naradov (Halkların Kardeşliği) ilkesi çerçevesinde ve Moskova’nın kontrolünde sorunlar sistem içinde dengelenerek donduruldu. Ancak Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte etnik milliyetçilik rüzgârının bölgeyi sarması; otonom bölgeler ve oblastlar, cumhuriyetler arasında yaşanan kanlı çatışmalara yol açtı. Rusya Federasyonu bu karmaşık siyasi yapı ve sınırları 1991 sonrasında kendi çıkarları doğrultusunda kullandı. Rusya özellikle de Abhazya, Güney Osetya ve Dağlık Karabağ’da çok etkin bir konumda. Kısaca Sovyetler Birliği döneminde sorunlarına rağmen Kremlin’in tartışılmaz gücüyle dengelenmek suretiyle işleyen jeopolitik yapı, 1991 sonrasında dağıldı. Böylelikle Kafkasya; başta Rusya olmak üzere İran ve Türkiye gibi bölgesel güçler, ABD ve AB gibi küresel güçler ve enerji şirketlerinin etkinlik mücadelesine sahne oldu. Britanya İmparatorluğu’nun böl ve yönet politikasını andıran bu yapı Kafkasya’da bugün de devam etmektedir.

Rusya ve İran yakınlaşması büyük resimde ne demek?

İran Devriminin “ötekisi” kuşkusuz büyük şeytanı olarak nitelenen ABD’dir. Ancak, Devrim’in Rusya’ya (o günkü adıyla SSCB) karşı tavrı da oldukça olumsuzdur. Sonradan, ABD baskısı karşısında, “düşmanımın düşmanı dostumdur” kadim ilkesi çerçevesinde, nükleer dahil, bir çok konuda işbirliği yapmış olsalar da iki ülkenin “candan dostlar” olduğu söylenemez. Esasen Ağustos 1941’den Mayıs 1946’ya kadar Sovyetler’in fiilen İran topraklarının önemli bir bölümünü işgal altında tuttuğu ve bu deneyimin İran’ın tarihsel/siyasi hafızasındaki yeri unutulmamalı. İran’ın topraklarında yabancı asker barındırmak konusunda ne kadar olumsuz ve hassas bir ülke olduğu da buna eklenmeli. Hal böyleyken, İran’ın Hamedan’daki Şehit Nuje Hava Üssünü, kendi kamuoyuna konunun yansımaması için özellikle çaba harcayarak, Rusya’ya açması Ortadoğu’nun geleceğini etkileyecek potansiyelde bir gelişme. Rus Hava Kuvvetlerinin “uçak gemisi katili “ olarak bilinen ancak, son dönemde Suriye’de etkin biçimde kara hedeflerine yönelik kullandığı önemli varlıklarından Tupolev Tu-22M3 uçaklarının Hamedan’daki varlığı stratejik sonuçları bulunan bir konuşlandırma.

Durum, İran’ın mevcut konjonktürde Orta Doğu’daki dengelerin yeniden şekillenmesinde ABD’nin, daha önemlisi Suudi Arabistan liderliğindeki Sunni blokun tercihlerini boşa çıkarmayı stratejik öncelik kabul ettiğinin sinyali. İran’ın ABD’nin bölgeye ağırlık koymasını ve kendisine yönelik Suudi, hatta İsrail dış politikasını, yeni bir ittifak zinciri oluşturarak boşa çıkarmaya çalışıyor denebilir. Bu bağlamda Hamedan hamlesi İran’ın, sessiz, ancak oldukça ciddi adımlar atmaya hazır olduğunu gösteriyor. Çin’li askeri danışmanların Suriye rejiminin yanında boy göstermesi ile birlikte okunduğunda bu durum Arap Ortadoğu’sunun kuzeyinde yepyeni bir stratejik dengenin ortaya çıkabileceği anlamına gelebilir. Kaldı ki Tu 22M3 lerin operasyon menzili Rusya’ya Hamedan’dan Basra Körfezini ve, gündemin yükselen enerji havzası Doğu Akdeniz’i, kapsayan bir faaliyet alanı açıyor. Rusya’nın aynı kapasiteyi Suriye’deki üslerine taşıması durumunda, Akdeniz’de alan kontrolünü, muhtemelen Soğuk Savaş döneminde SSCB genel Kurmayı’nın en güzel rüyalarında hayal bile etmediği bir seviyeye ulaştırması mümkün. Bu durum Türkiye’nin NATO içerisindeki konumunu öne çıkarabilir.

Kaynak: Birgun.net