Xıdır Keser yirmi, yirmi dört yaşındaydı, sene bin dokuz yüz doksan altıydı, Kadıköy’de bir kahvedeydik, denizde martılar cırcırlıyor, Karaköy vapuru arada bir pufluyor, gençler Evrensel adında bir gazeteyi çığırıyor, garson bize habire çay veriyor, Xıdır durmadan konuşuyor, -bana abi diyor-, ben herkese abi derim, herkese dediysem iyi insanlara abi derim, hele kendimden küçüklere demeye bayılırım. Neyse konu Xıdır, ben değilim. Bir tabure etrafındaydık, ben akşam evime kurulacak bilgisayarın hayalindeyim, saatler bir türlü geçmiyor ki. Xıdır, dünyanın her yerinden, herhangi bir kütüphaneden bir kitabı okuyabileceksin, onu kendi bilgisayarına kaydedeceksin, deyiverdi. Ben güldüm, o çayını karıştırdı ve çabucak kafaya dikti, buna internet diyorlar, gül gül, yakında Türkiye’ye de gelecek, diye ekledi.

Biz o taburenin başında buluşmadan tam yirmi yedi sene evvel internet ABD’de varmış. Doksan beşte tüm dünyada yaygınlaşmış. O sohbetten üç yıl evvel ODTÜ’de ilk kez kullanılmış, bir yıl sonra Ege Üniversitesi, doksan beşte Bilkent’te, doksan altıda Boğaziçi ve İTÜ internetle tanışmış. İnterneti bana ilk fısıldayan adam Xıdır, Türkiye’de üniversitelere girdiğini söylemedi, bilmiyordu, ben interneti hayal bile edemedim. O tatlı sohbetten iki yıl sonra Türkiye’de interneti artık tam iki yüz elli bin kişi kullanıyordu, bizim evin başköşesinde ağırladığımız bilgisayarımıza da sanırım internet o sene girdi. Bugün bu sayı ülke nüfusunun yarısına yakın, otuz altı milyon kişi internete ulaşıyor.

Bir sinsi mayın patlarsa, insanlar yaralansa, atık dolu bir ırmaktan balıklar ölü halde gözleri pörtlek dışarı fırlarsa, bir pir cemde durmadan titrerse, bir zakir sazın teline aşkla vurursa, su başında kafayı çekerse kederden bir insan, öteki kadehini vurursa kederine, bir kütüphaneden -Xıdır’ın dediği gibi- kaynak tararsa bir öğrenci, internet ordadır. Bir insan gibi hazırdır yardıma, bir sırdaş gibidir, insana benzemez ama, ihanet etmez.

İnternet bugün o halde ki, dağ başındaki köylü de, uçurum dibindeki mezra sakinleri de ona sahip durumda. Diyelim ki, herhangi bir mevsimde, herhangi bir günün biten akşamında, vardınız mı bir köye, öptünüz mü saçı sakalı birbirine karışmış bir kamilin elini, yüzü kınalı bir ninenin gözlerine, saçlarına, ellerine, sesine sevgiyle baktınız mı, bir de fotoğraflayıp attınız mı tüm evrene, bir bakarsınız dünyanın ötesinden, hiç tanımadığınız biri girer fotoğrafın altına, kaç yıldır görmedim yüzünü, o adam, o kadın benim akrabamdır, öpüver elini yerime de, deyiverir.

Her şey toz pembe değil elbette, tembellik edenler, aylaklar, asosyaller, bir türlü arkadaş bulamayanlar, zamanını öldürmek için yarışanlar, hiç bir amacı olmayanlar, hırsızlar, dolandırıcılar, katiller, mafyacılar, ak-kara troller, cemaatçiler, teröristler, din bezirganları, kafa kesenler de interneti keşfetmiş. Tehditler, trollükler, kafa kesme videoları, hesap kırıp banka boşalmalar, çocuk pornosu yayınlamalar, ülkeyi felaketlere sürükleyen kara kalpli adamın açtığı binlerce hakaret ve tazminat davası da, işte bu internettin ürünüymüş.

Dağların ülkesinde internet, bir vadi, bir ırmak, dört dağ, üç yargısız infaz, ara ara bomba, sürgit yol kesme, adam kaçırma, tutuklama, ruhsuz bir otopsi zaptıymış. Her yerdeki gibi eğlence, selfi, mutlu aile tablosu, kırmızı puluyla parıldayan bir alabalık, demet demet ışkın, tereyağında -yemeye doymaz- dağ mantarı, hadi şerefe, en kötü günümüz böyle olsunmuş.

Ama bir de, biz diyelim dağların başındayız, o sessiz anı ölümsüzleştirelim, karlı başıyla dorukların resmini çekelim, yanımızda saatlerdir tırmanan dostun terli yüzünü gülümsetelim, ya da bir gizli cinayeti belgeleyelim, bir kanlı yüzü ortaya serelim, bir kurşunlanmış Mesut İlkbahar’ı dünyaya gösterelim diye çalışan adsız-sansız kahramanlar varmış.

Kaçımız biliriz dağların ülkesindeki internet kahramanlarını, bir tuşa basarak -kimsesiz bir vadideki evimizde- ulaştığımız koca dünyaların aslında onların emeği olduğunun hangimiz farkındayız, ne kadar biliriz o kahramanların yaşını, yoksul evlerini, gülyüzlü çocuklarını? Peki hangimiz biliriz, yirmi birinci yüzyılda, iki taraftan kesilmiş sessiz bir Vank vadisinde, çocuklar ders çalışsın, insanlar dünyayı seyreylesin diye işini yaparken, dağları yankılayan bir el kurşunla ellisini göremeden sona eren bir hayatın, göstere göstere gelen ölümü yalnız bir gün haber olan Şükrü Abay’ı, söyleyin hangimiz?

Kaynak: Birgun.net