Henüz çatışmaların bugünkü şiddetine ulaşmadığı günlerdi. Birkaç ay olmuştu. Ağustos ortaları olsa gerek. Kimilerinin sevgili “demokrasi” ve “özgürlük” savaşçılarının kafa kesmeye yeni yeni başladığı, “Hristiyanlar Beyrut’a Aleviler mezara” sloganlarının “devrim”in mottosu olarak dört bir tarafı kapladığı günlerdi. Şam’a direkt uçuşlar henüz kesilmemişti. Esad’ın “Esed”leşmesine daha vardı. Korku iklimin ülkenin başına bir karabasan gibi çöktüğü, yaklaşmakta olan fırtınanın kendisini tüm kasvetiyle iyiden iyiye hissettirdiği kahir zamanlardı.

Brezilya’dan, Rusya’dan, Kore’den, Fransa’dan, Cezayir’den, Hindistan’dan özetle dünyanın çeşitli bölgelerinden gelen uluslararası delegasyonla birlikte Suriye’deyiz. Yaşananları yerinde gözlemlemek için. Bu kadim ülkenin sokaklarında, mahallelerinde, en ücra köşelerinde dolaşıyoruz. Nereye adımımızı atarsak atalım korkunun kristalize olmuş hâlini görmek mümkündü. Herkes yaşanacakların farkındaydı. Tüm bölgeyi esir alacak kasırga geliyordu. Her şey Gabriel Marquez’in “Kırmızı Pazartesi”sinde tasfir edilenin aynısıydı. Bir cinayet yaşanacaktı, herkes bunun farkındaydı, ancak kimse kılını kıpırdatmıyordu.

Dürzisiyle, Nusyarisiyle, Hıristiyanıyla, İsmailisiyle, Asurisiyle, Alevisi, Sünnüsi, Kürdüyle… Bütün bir toplum gözlerimizin içine bakıyordu. Bir tek onlar farkındaydı yaklaşmakta olan fırtınanın. İç savaşın ne menem kötü bir şey olduğunu bizzat tatbik etmişlerdi. Cisr eş Şuğur’da, Hama’da, Humus’ta “demokrasi” adına boğazı kesilenlerin görüntüleri akıllara kazınmıştı. Çaresizdiler. Akın akın ruh hastası cihatçı sınırlardan ülkeye doluşuyordu. Ve bu savaşın düşmanlarının dahi başına gelmesini istemiyorlardı. Gece sokağa çıkan katiller ölüm kusuyorlardı, kendilerinden görmediklerinin kafalarını keserek nehirlere atıyorlardı. Savaş ve çatışmalar şiddetleniyordu, köyler kasabalar birer birer yok ediliyordu. Suriyeliler çaresizce, yalvaran gözlerle bu şiddetin durdurulması için çabalıyorlardı.

•••

Ve tam bir yıl sonra yeniden yolumuz Suriye’ye düştü. İlkinden farklı olarak bu kez karadan, Yayladağı’ndan geçiş yaptık. Ermeni kasabası Kesep’ten başlayarak Lazkiye, Banyas derken Hama ve Şam’da bulduk kendimizi. Yine bir grup gazeteci arkadaşız. Bir yıl öncesine oranla ülkeye kara bulutlar çökmüş, “demokrasi savaşçıları” olarak takdim edilen cihatçı canilere yardımlar yağıyor, her yardım ölüm ve acı olarak Suriyelilere geri dönüyordu.

Tarifi imkansız acılar yaşanıyordu, sınırın hemen diğer yakasında. Daha önceki hiçbir savaşa benzemeyen bir gaddarlık vardı. Tarihin gördüğü en kirli savaşlardan bir tanesi gözlerimizin önünde cereyan ediyordu. Ne Kolombiya’daki paramiliter güçler ne Angola’daki sağcı gerillalar ne de Lübnan’daki falanjistler radikal İslamcı cihatçılarla yarışabilirdi. Kafa kesmeler, kurşuna dizmeler, köy basmalar, toplu katliamlar, intihar saldırıları, bombalı saldırılar. Her güne yüzlerce ölümün düştüğü kanlı bir savaş sahneleniyordu.

Ölüm arttıkça, şiddet tırmandıkça cihatçılar ve onların yardakçıları, ağababaları mutluydu. Zafer yakındı! Yerli İhvancılar “üç ayda Şam’ı alır, Emevi Camii’nde namaz kılarız” naraları atıyorlardı. Bir baştan bir başa Suriye’yi dolaştık. Yaşananları dinledik, yaratılan tahribatı gördük. Din adına, demokrasi adına işlenen cinayetleri gördük. Kaldığımız yerlerin, geçtiğimiz yolların yanı başlarına füzeler, toplar düşüyordu. Günün her anında silah ve bomba sesleri eksik olmuyordu. Umutsuzluk tavan yapmıştı, oluk oluk kan akıyordu, boğazlaşmanın sonu görünmüyordu.

•••

İkinci gidişimizden bir yıl sonra üçüncü kez Suriye’de bulduk kendimizi. Üçüncü gidişimizde artık Suriye eski Suriye değildi. Sınırlar cihatçı katillerin ellerindeydi. Kara yoluyla ulaşmak mümkün değildi. Hava yoluyla da hakeza. Şam’a ulaşmanın tek yolu Lübnan güzergâhıydı. Ancak Beyrut üzerinden ulaşabiliyoruz Şam’a. Beyrut’tan kiraladığımız araçla Beka Vadisi’nin muhteşem güzelliğini soluyarak Suriye sınırından itibaren her bir kilometrede bir sıkı bir aramaya tabi tutularak kendimizi Şam’a zar zor atabiliyoruz. İki gazeteci arkadaşız, kimselerin gitmeye cesaret edemediği Suriye’de yine halkların acısına tanık oluyoruz.

Seksen farklı ülkeden on binlerce cehennem zebanisi ülkeye doluşmayı sürdürüyordu. Lübnan üzerinden, Ürdün üzerinden en çok da Türkiye üzerinden. Yeni Osmanlıcıların “Açık kapı” politikası cihatçılara sınır kapılarını sonuna açmış, ellerini kollarını sallayarak kuzeyden Hatay’dan, Antep ve Urfa’dan Suriye’ye akın ediyorlardı. Batılılar, AKP’liler, liberaller, yörüngesini kaybetmiş aklı evvel liberal solcular bu vahşi katiller sürüsü ile hâlâ demokrasi kurulacağını ileri sürüyorlardı. Her türlü moral motivasyon sağlanıyordu. Para pul silah ise zaten ganiydi. Körfez şeyhleri, Suudi Prensleri, Arap tacirler ne güne duruyorlardı. MİT Tır’larının sevkiyatı devam ediyordu.

•••

Daha sonra bir kez daha Suriye’ye yolumuzu düşürdük. Sokaklarda gördüğümüz her bir Suriyeliye devamlı soru sorduk, anlamaya çalıştık. Tarihe tanıklık eden medeniyetleri yeşerten Şam, derin bir keder içindeydi. Suriyelilerin üzerine bu çıkmazdan nasıl kurtulacaklarını bilememenin çaresizliği çökmüştü. İnsanın içine yalkan hikâyeler anlatıyorlardı. Yaşadıkları acıları hiç kimsenin, düşmanlarının dahi, yaşamasını dilemiyorlardı. Umarız sizin de başınıza gelmez diyorlardı. Bu acılar ancak yaşanırsa anlaşılır diyorlardı. AKP’yi suçluyorlardı, evet Türkiye’yi değil. Yeni Osmanlıcıların sadece kendilerini değil bizi de uçuruma sürükleyeceklerini ısrarla vurguluyorlardı.

Türkiye henüz iç savaş yaşamadı, ısrarla o yöne sürüklenmek istense de... Çatışmalar şiddetlense de, kör şiddet tırmandırılsa da, sağda solda bombalı araçlar patlasa da, bir yıl içerisinde binlerce kişi yaşamını yitirse de… Henüz iç savaş çıkarmayı başaramadılar. İç savaşın nasıl bir kıyamet olduğunu anlamak için Suriye’ye bakmalı, Suriyelilere sormalı. Esasında sormaya da gerek yok. Son bir yılda yaşanan şiddet sarmalı, savaşın acımaszılığına dair bir ipucu veriyor bizlere.

Kaynak: Birgun.net