DERVİŞ CEMAL

Türkiye devrimci hareketinin önder kadrolarından İbrahim Kaypakkaya bundan 42 yıl önce 18 Mayıs 1972 tarihinde Diyarbakır’da işkenceyle katledildi. “Ser verip sır vermeyen” Kaypakkaya’nın ‘bilinmeyen yazıları’nı “Fırtınalı Yıllarda İbrahim Kaypakkaya” adıyla kitaplaştıran yazar Emrah Cilasun ile Kaypakkaya’yı konuştuk. Tekin Yayınevi’nden çıkan kitap Kaypakkaya’nın yazıları ve mücadelesine yer veriliyor.

Kaypakkaya’nın bilinmeyen yazılarını uzun yılları kapsayan bir çalışmayla derlediniz. Kaypakkaya’yı özgün kılan nedir?

Ünlü sözdür: “Marksizm karşıtlarıyla mücadele içinde gelişir.” Kaypakkaya’nın özgünlüğünü anlamak için ilkin, karşıtlarının ona karşı –fikri mücadele vermek yerine- ne gibi manevralara giriştiklerine bir bakalım. Mesela bir Doğu Perinçek’i ya da Halil Berktay’ı ele alalım. Kitapta, Kaypakkaya’nın biyografisinde yorum yapmadan örneklerini vermeye çalıştım. Perinçek, Kaypakkaya’yı tasfiye etmek için türlü manevralara baş vururken, ondan ilham alan Berktay daha da ileri gidip, örgüt içerisinde Kaypakkaya’nın öldürülmesini talep edebilmiştir. Bunlar aslında keskinleşmiş bir çelişkinin sadece tezahürleridir. İyi ama bu çelişkiler nedir ve nasıl keskinleşmiştir? Burası irdelenirse Kaypakkaya’nın gerçek özgünlüğü sanırım o zaman anlaşılır. Kaypakkaya, Kültür Devrimi’ni doğru kavrayan azınlığa mensuptu. Onun bütün teorik önermelerinin kaynağı Kültür Devrimi’ydi. Oradan ilham alıyordu. Velhasıl tüm bu tarihsel arka planı göz önünde bulundurursanız, Kaypakkaya’nın özgünlüğünü sadece anlamakla kalmaz hatta taktir bile etmiş olursunuz.

Kaypakkaya deyince iki tespiti tahlili ön plana çıkıyor: Kemalizm eleştirisi ve ulusal soruna bakışı. Her iki konuya da bugünün Türkiyesi üzerinden bakacak olursak ne söylersiniz?

Kaypakkaya her konuda olduğu gibi, Kemalizm ve ulusal sorunda da bağımsız, komünizmin kendi çizgisini temsil etmekte ısrarcıydı. Lenin ve Stalin’e halel getirmeksizin, 1920’lerde SSCB’nin, Mustafa Kemal ve Ankara hükümetine destek vermesinin meşru ama bunun Türkiye’inin komünistlerine empoze edilmesinin ise doğru olmadığını çok net bir şekilde ortaya koydu. Türk ticaret burjuvazisinin Ermeni soykırımı esnasında, Ermeni burjuvazisinin sermayesine el koyarak palazlandığını; bu burjuvazinin, Kürt feodal ağalarıyla ittifak yaparak cumhuriyet rejimini kurduğunu; rejimin, komünistleri amansız takip ettiğini; çeşitli milliyetlerden emekçilere kan kusturduğunu; Kürt ulusu ve tüm azınlık milliyetler üzerinde muazzam bir asimilasyon ve baskı estirdiğini verileriyle birlikte kanıtladı. Tüm bunlar sadece Komintern üyesi olan ve TKP’den değil aynı zamanda Komintern’den de nitel bir kopuştu. Aynı kopuşu ulusal sorun bahsinde de yaptı. Sağır Sultan’ın bile duyduğu Kürt ulusunun varlığını kabul etmekle kalmadı, aynı zamanda onun kendi kaderini tayin hakkından bahsettiği gibi, ulusal sorunun komünist bir devrimle doğru çözümüne işaret etti.

Devrimci mücadele ile tanışmasından öldürülmesine kadar uzanan hızlı yaşam serüvenini devrim skalasında nereye oturtmalı?

Kaypakkaya, bütün bir insanlığın komünizme doğru bilinçli yürüyüşünün, yüz küsur yıllık birinci evresine aittir. Kaypakkaya’nın kendi ekolünü kurmasıyla öldürülmesi arasındaki süre toplam 11 aydır. Fakat geride bıraktığı teorik miras derinlemesine irdelendiğinde, komünizmin bütün bir yüz küsur yıllık tecrübesini içinde barındırdığı görülecektir. Nasıl mı? Günümüzle ilintili bir örnek vereyim. Gazeteniz BirGün’ün vaktiyle attığı “Yiğin Birbirinizi” manşeti çok eleştiri almıştı. Halbuki bu manşet son derece doğruydu ve solun geçmişi hatırlanacak olunursa çok istisna bir manşetti. Bugün sol cenahta, genel bir düzlemde arzu edilen nedir? Mümkün olabildiğince Saray’a karşı geniş bir cephenin oluşturulmasıdır. Hatırlayalım, Türkiye’de solun tarihi bir baş düşmana karşı, diğer ehvenişer olanlarla ittifak yapma arayışlarıyla geçmiştir ve hep hüsranla sonuçlanmıştır. Bu ittifak arayışı teorik olarak kime dayanır? Esas itibariyle Dimitroff’a, onun meşhur, “en gerici, en şoven olmayan burjuvaziyle ittifak” önerisine. Sınıf uzlaşmacılığına kapıyı aralayan bu önerinin sonu fecaat olmuştur.

Denizlerle, Mahirlerle kıyaslandığında daha az görünür olmasının nedeni nedir?

Bu dünyadan başkasının mümkün olmadığı, komünizmin bittiğinin vaaz edildiği bir dünyada Kaypakkaya’nın daha az görünmesine şaşmamak gerekir. Yazılara bakıldığında da, o yaşta bir devrimciye göre, dikkatlerden kaçmayan bir bilgi birikiminin, analiz yeteneğinin olduğu görülecektir. 20’li yaşlardaki bir devrimcinin Türkiye okuması, Kürecik, Çorum vs detaylı analizleri. Karl Popper’in iddiasının tersine komünizm bir “ahlak” değil, bütün bilim dallarını kucaklayan, onlardan beslenen bir bilimdir. Kaypakkaya da bir mesih ya da bir ikon değildi. Modern matematik ve fizikte son derece başarılıydı. Muazzam bir soyutlama yeteneğine sahipti. 1967-1972 arasında Türkçeye çevrilmiş ne kadar Marksist eser varsa bunların çoğunu okumuştu. Marksist bilimi, diğer bilimlerden elde ettiği bilgiyle harmanlamıştı. Marksist metot ve yaklaşım tarzıyla bahsettiğiniz saha araştırmalarını yapmıştı. Bu araştırmalarda kendi teorik önermesinin sosyal tabanını aramakta olduğu çok bariz. Ama bunun da ötesinde, o araştırmaların en önemli yanı, kendi önermelerinin, aradığı sosyal tabanla temas ettiği taktikrde sonuçlarının neler olduğunu tespit edebilmiş olmasıydı. Yani? Somut konuşacak olursak. Sadece araştırma yaptığı alanlarda devrimi sırtlayacak en yoksul köylüleri bulmakla kalmıyor, aynı zamanda bu köylülerin devrimci fikirlerle buluştuğu taktirde ne gibi tepkiler verdiklerini de araştırmasına dahil ediyordu.

Sizi en çok şaşırtan olay neydi?

Kaypakkaya’nın vizyonunu anlamak açısından iki örnek vereyim. Birinci örnek, PDA’dan ayrılmadan kısa bir süre evveline aittir. Malatya yöresinden bir yoldaşını, Hakkâri ve çevresini araştırmakla görevlendirir. Bir ay kadar bölgeyi gezip gelen yoldaşının “çok geri kalmış bir bölge” diye şikâyet etmesine karşılık heyecanla “bilakis, tam da yerleşilmesi gereken bölge” der. Bir başka örnek ise şöyle: Tıpkı Çorum ve Kürecik araştırmalarına gerek duyduğu gibi, aynı bilimsel metod ve bakış açısıyla Kaypakkaya, toplumun göz bebeği konumundaki entelektüellere de muazzam önem veriyordu. 1972’nin Ağustos’unda bugün geriye bıraktığı yazıları daktiloya çektirdikten sonra, derhal bir yoldaşını bu yazıları Ankara’daki entelektüel çevrelere yayması için görevlendirir.

Kaynak: Birgun.net