Bazen bazı vitrinlerde ‘Patron çıldırdı’ yazar. Peki hiç dikkat ettiniz mi o dükkânların içinde neler olup bitiyor? Ne oldu da bu patron çıldırdı acaba?

Belki patron istediği kâr oranına ulaşamadı, belki patron iflaslarda, belki patronun gayrimeşru ilişkisi olan kişi ailesine bir komplo planlıyor, belki yabancılar patronun patronluk yapmasını istemiyor, belki intergalaktik dolar lobisi patron hakkında ileri geri konuşuluyor... Kim bilebilir o patron neden çıldırdı?

O dükkânlarda, o vitrinlerin içinde, o patronun neden dolayı çıldırdığını bilmemiz çoğu zaman pek mümkün olmaz, ama her zaman tek bir gerçek vitrinin sessizliğinde öylece ortada asılı kalır: Patron çıldırdı... Burası kesin. Patronu çıldırmayan hiçbir dükkân vitrinine ‘Patron çıldırdı’ yazmaz, yazmamalı da zaten...

Bizim de belki de uzaydan görünecek şekilde bir yerlere ‘Patron çıldırdı’ yazmamızın zamanı gelmiştir. Belki bunu kesilen orman alanlarıyla yapabiliriz, böyle bir potansiyelimiz var sonuçta. Ormansa orman, kesmekse kesmek. Çok şükür doğaya düşmanlığın her türü bizde var. Akarsu varsa, oraya attığımız ve denetlemediğimiz atıklarımız var, deniz varsa, doldururuz, sahil yolu varsa beton dökeriz, bi sonraki seneye yağmurda çöker, yine betonlarız. Tarihle ilgili bi şey mi var? Antik kent mi var? Salla gitsin abi. Zaten yıllarca toprak altında kalmış, birkaç yüz yıl da baraj suyu altında kalsın. Yeşil alan mı, boş ver ya, oralara TOKİ gelecek...


Doğaya düşmanlığımızı anlıyorum, doğayı sevmiyoruz, hayvanı, canlıları sevmiyoruz, bir tek parayı seviyoruz. Para kazanabilmek için de bir noktadan sonra belli yerlere oynamanız gerekiyor. Abilere yakınlık yoksa, gelecek de yok, zenginlik de yok. Biat varsa, sen de varsın ama hiçbir şeyin yok. Bomboş bir insan olarak amirine itaat et. Ya sesini kes ya da itaat et... Bu kadar basit. Ama alternatif olarak ses çıkartırsan kafana kafana vururlar hatta sonra da ‘Valla kendi kafasını böyle böyle kaldırıma vurdu’ derler...

Komşularımıza bakıyorum, hepsi bizden tiksinmiş gibi. Suriye ile bir süre önce ne güzel ‘Laylaylom galiba sana göre sevmeler / Hopaşinanay galiba sana göre sevilmeler’ minvalinde dosttuk. Şimdi papaz olduk. Hem de ne papaz... Bir yandan komşunun iç işlerine karışır gibicesine, bir yandan da demokrasi havarisi havalarına girercesine Suriyeli muhaliflere arka çıkmak. Bir yandan tüm dünyada insan hakları ve onun gibi entel kuntel konularda dünyanın en dipteki ülkelerinden petrol zengini Suudi kardeşlerimizle el ele tutuşmalar, flörtleşmeler. 'Siz bize adam yollayın, biz buradan sınırdan sokarız sizin şeylerinizi' düzeyinde seviyeli birliktelikler. Bir yandan da Suudiler dışında tek dostumuz olan Katar’la üst düzeyde bir ilişki... Sokak ortasında dudaktan öpüşmeli, el ele yürümeli gibi düşünün... Aramız o kadar iyi.
Tekrar edeyim: Bizi şu anda destekleyen ‘Ya bu Türkiye on numara işler yapıyor’ diyen iki ülkeye bir daha bakalım istiyorum. Birincisi Suudi Arabistan, diğeri ise Katar... Oyna da oyna kafaya göre oyna... Rusya’yla bozuğuz, Amerika’yla limoniyiz, PKK’den nefret ediyoruz o yüzden PYD’den de tiksiniyoruz, El-Nusra ile duygusal düşünüyoruz ama onun da ne olduğu belli değil. Suriye’yle aramız bitik ama Suriyeli muhaliflerin bi kısmına rispek ve yardım fişekliyoruz. İran’ın durumu şaibeli. Irak zaten Amerika’dan sonra kendini toplayamadı. (Hem Amerika, hem de Rusya’yla papaz olmak büyük başarı bu arada. Bu işler bir bilgisayar oyunu olsa böyle bir ‘Achievement’ olurdu kesin)

Bakalım önümüzdeki günlerde neler olacak? ‘Savaş çıkmasın, insanlar ölmesin’ demenin bile neredeyse ‘Vatan hainliği ve şerrrrrefsizlik propagandası’ sayılabileceği bir coğrafyada barışı kurtarmaya giderken yolda ölüp kalmayız inşallah.

Yoksa önümüzdeki günlerde beyaz bayrak sallayıp ‘Savaş istemiyorum’ diyen barış kavramının da cansız bedenini gazetelerde görürüz. Gazete diye bir şey kaldıysa tabii. Aslında o kadar da olumsuz değil yani durumumuz.

Kaynak: Birgun.net